25 Aralık 2019 Çarşamba

Siyasette Çare.,

Siyasette Çare.,



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
15 Kasım 2010 Pazartesi 

Geçen hafta Türkiye’nin çok çetin sosyal problemlerle kuşatıldığını, ancak bu işe talip olacak, siyasi partinin bünyesinde oluşacak çok güçlü bir kadro hareketiyle bunların aşılabileceğini ifade etmiştim. Bu kadro hareketi öncelikle, beşinci kolun aleyhlerine üreteceği hain propagandalara karşı dikkatli olmalıdır. Tarihimize baktığımızda, ülkeyi içinde bulunduğu karanlık dehlizden aydınlığa çıkaracak hamlelerin, beşinci kol faaliyetiyle yok edilmesi için her türlü melanetin yapıldığını görüyoruz. 

  Nitekim; II. Osman’dan (Genç Osman) başlayarak  “Lale Devri”  hükümdarı; Üçüncü Ahmed, XVIII. asrın büyük ve münevver padişahı Üçüncü Selim gibi değerler, hep beşinci kol ihanetinin kurbanı oldu. Ülkeyi kalkındırmaya çalışan Nevşehirli İbrahim Paşa gibi iyi yetişmiş vezirler, bir takım iç isyanlarla ziyan edildi. Bu sadece bizim marifetimiz değildir. Beşinci kol, millete sahip olacak, onu güçlü kılacak şahsiyetlere düşmandır. Türkiye’de, halk kitlelerini isyana teşvik gayretlerinde, emperyalist emel sahibi devletlerin de önemli hissesi vardır.  Bugün hâlâ böyle hain gayretlerin devam ettiğini milletimiz çok iyi biliyor... Ermeni komitacılarının dışta, içte zehirli iftiralarla Sultan Abdülhamid’i  “Kızıl Sultan”  ilan ettiklerini hatırlayalım. Mustafa Kemal ve Kuva-yi Milliyeciler milletin bağımsızlığı için mücadele ederken, beşinci kol her türlü iftirayı yapıyor, yayıyor, isyanlar çıkartıyordu. Genç Cumhuriyet; Musul petrollerinde İngiliz menfaatlerine hayır! derken, İngiliz ajanları bütünlüğümüzü parçalayacak bombaları isyanlarla patlatıyordu.

Her milli hamlede, her kalkınma sıçrayışımızda bir ihanetle karşılaşırız. Adı ASALA olur veya PKK. Çoğu kere de haset, gaflet ve cehalet...Bu fesat oyununa gelenler, Türk vatanından kopmak isteyenler, ayrılık türküleri söyleyenler kopanların haline baksın. İşte Kırım, işte Bulgaristan... Bölünmeye karşı çıkacak hareketin felsefesi, bu toprağın insanı olarak hizmete koyulmak, Allah’ın huzuruna ak alınla çıkabilmektir. Milletin birliği, vatanın bütünlüğü uğrunda, tek nefes israf etmeden, ilim ve iman, ahlâk ve faziletle örülmüş bir disiplinle çalışmaktır. Bu kadronun mensupları; sıkıntılı, zor şartların insanı olmaya hazır olmalıdır. Onların ahlâkı;  “ Satmamak ve satılmamak”  olacaktır. Bunun çok saygı değer örnekleri İstiklal Harbi komuta kademesinde dir. İstanbul hükümetinin emri ile Fevzi Paşa (Çakmak); Mustafa Kemal’i alıp İstanbul’a getirmek üzere Erzurum’a gelir. Karabekir,  “Paşa, Mustafa Kemal’le vatanın işgalden kurtarılması için anlaştık. Onu size teslim edemem”  der. Fevzi Çakmak;  “Sen Mustafa Kemal’i tanımazsın. İhtiraslarının sınırı yoktur. Vatan kurtulsun ilk harcayacağı sensin!”  der. Cevap muhteşem dir:  “Vatan kurtulsun da bir değil bin Kazım feda olsun”... Evet! Kadro şuuruna sahip olmanın yolu bu ahlâktan geçer. Dedikodu, tezvirat, şüphe bu şahsiyetlerin topuğuna erişemez. 

Türkiye’nin gelişmesi, güçlenmesi Orta Doğu’daki emperyalist devletlerin kurduğu düzeni kökten değiştirecektir. 
Bu korku Batıda çok derindir. Türkiye’de Batı kaynaklı ağır sanayi tesisi olmayışı, bu iddiamızın en güçlü delilidir. 

12 Eylül darbesinden sonra o zamanın ABD Ankara Büyükelçisi yeni emekli olmuş, Cumhuriyet gazetesinde hatıralarını yayınlamıştı. 
Büyükelçi şöyle diyordu;  “Milliyetçi Hareket Partisi’nin sahip olduğu siyaset ufku iktidar olursa, Orta Doğu’daki siyasi dengeler ABD’nin aleyhine gelişecekti. 

Bu yüzden MHP kapatılmalıydı.” Nitekim bu satırlar gazetede neşredilirken partimiz kapatılmış ve bizler idam talebiyle tutuklanmıştık.Dünyayı iyi tanıyan, dış ve iç politikada şartları isabetle gören kadrolar; ciddi araştırmalara dayanan bir ’Milli Plan’ hazırlamalı ve bunun zaman programını düzenlemelidir. Zahirde hazırlanacak bu işlerin batını, Yaradana mutlak teslimiyetle çalışmaktır.

Milletimize saadetli bayramlar niyâz ediyor, hepinizin mübârek Kurban Bayramını Tebrik ediyorum. 

Kaynak Yeniçağ: 
Siyasette çare 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/siyasette-care-15708yy.htm


***

Vah Halimize!

Vah Halimize!

Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
17 Ocak 2011


    Yurt dışındaki Türklere hizmet veren pek çok değerli insan tanıdım. 
Dışişleri Bakanlığı mensupları, bakanlıkların müşavirleri, öğretmenler. Sabrın, fedakarlığın, sevginin sessiz güzel insanları öğretmenlerdir. 
Yad ellerde vatandaşlarına Türklük sevgisi, vatan muhabbeti ile milli şuur vermeye çalışan bu sessiz kahramanlar her yerde, her zaman saygıya 
ve sevgiye layıktır. Onların anlattıklarını her zaman ilgi ve istifade ile dinledim. Hepsinin ortak üzüntüsü; “Yurt dışındaki Türklerin Türkçeyi unutma kaderine mahkûm olma”larıdır. Otuz yıl Almanya’da değerli eşi, meslektaşı Günay Hanım ile büyük bir özveriyle hizmet eden eğitimci Zeki Önsöz konuya bir kez daha eğilmemi sağladı.  2011’in ilk haftasında Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu’nun başkanlığında, Ankara’da gerçekleşen Büyük elçiler toplantısı yurt dışındaki Türklere ilişkin çarpıcı gelişmeleri gündeme getirdi.  Avrupa ülkelerinde görev yapan diplomatlar, buralardaki Türk çocuklarının Türkçe öğrenemediğine dikkat çektiler. Türkiye’nin yurt dışında görev yapan tüm büyük elçilerinin katıldığı toplantıda; Büyük elçilerin hemen hepsi “Acilen bir Eğitim müşaviri gönderin” talebinde bulundular. 

    Büyük elçilerimizden biri; “Yakında öyle bir noktaya geleceğiz ki, Avrupa ülkelerine atanan diplomatlarımız görev yapacakları ülkenin ana dilini 
bilmiyorlarsa, oradaki Türklerle sohbet edemeyecekler. Zira Avrupa’daki Türk çocukları Türkçe öğrenmiyorlar...” diyerek durumun vahametini dile 
getiriyor.  Alınabilecek tedbirlerin de tartışıldığı toplantıda, Büyükelçilerden gelen önerileri şu şekilde özetlemek mümkün.   Hollanda’da Türklerin gittiği 143 cami var. Bu Camilerde isteyenlere amatörce Türkçe kursları da veriliyor. Milli Eğitim Bakanlığı  camilerdeki bu kursları daha profesyonel hale getirmenin bir yolunu bulabilir.  
   Fransa’daki ilköğretim okullarında çocukların Türkçe öğrenmeleri için özel bir sınıf açılması, bunun için de en az 15 öğrenci velisinin başvuruda bulunması gerekiyor. 
Çoğu zaman bu sayıya ulaşmak zor oluyor. 

Diyelim Türkçe sınıf açıldı. 

    Bunun eğitim kalitesi de içler acısı. Sadece Türkçe biliyor diye bazı kişiler bu özel sınıflara öğretmen atanıyor. 
Ama çoğunun pedagoji formasyonu yok.  Ana dilini doğru dürüst bilmeyenin ikinci bir bir dil öğrenmesi zordur. 
Bu çerçevede Türkçe’nin düzgün öğretilememesi Almanya’daki Türklerin, yaşadıkları topluma katılımını da olumsuz etkiliyor. 
Almanya’da 500 bin Türk çocuğu ilköğretime devam ediyor. Sadece 25 bini yüksek okula gidiyor ve bunların çok azı da yüksek okulu bitirebiliyor. 
Almanya’daki Türklerin eğitim oranları yükselmedikçe iş bulma şansları da zayıf. 
    Almanya’da işsizlik oranı yaklaşık yüzde 8. Oysa Türkler arasındaki işsizlik oranı bunun iki katından fazla, yüzde 16-20 arasında... 
   Almanya’daki her beş Türk’ten biri de işsiz. Bu nedenle  tersine göç de başlamış durumda. “Geçen yıl 30 bin kişi Türkiye’den Almanya’ya gidip yerleşmiş, 40 bin kişi Almanya’dan Türkiye’ye dönmüş.” Ve bu durum sürüyor...İsveç’te yaşayan Türklerin eğitim durumu ise “Somalililerden
 bile kötü” olaraktanımlanıyor. Bu ve benzeri şikayetler devam ediyor.Ve acı sonuç toplantı sonunda Milli Eğitim Bakanlığı temsilcisinin sözleri ile ortaya çıkıyor.Türkiye’de “Eğitim müşaviri” olacak vasıfta insan bulunamıyor. Yurt dışında yaklaşık 50 eğitim müşaviri kadrosu boş. 
Milli Eğitim Bakanlığı, yurt dışında görevlendirmek üzere mevcut koşullara uygun eleman bulamadığından kriterlerden muafiyet istiyor ve bu muafiyeti alıyor.Yani yurt dışındaki gençlerimizin durumu tartışılırken, maalesef  içeride de Eğitim Müşaviri olabilecek kapasitede eğitimci yetiştiremediğimiz gerçeği ortaya çıkıyor. 

Ne diyeyim, vah halimize... 

Kaynak Yeniçağ: 
Vah Halimize! 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/vah-halimize-16585yy.htm

***

Rusya ile Libya'da çatışmak

Rusya ile Libya'da çatışmak


Cahit Armağan DİLEK
cahitdilek@yahoo.com 

25 Aralık 2019

    Libya ile iki mutabakat muhtırası imzaladık. 
Deniz yan sınırı mutabakatı önemli bir diplomatik başarıydı. 
Ama bir kısım uzman, Lozan kadar önemli hatta ikinci Lozan deyip olayı köpürttü ve haddinden fazla anlam verdi.  
   Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Sevr'i ters yüz ettik" deyip mutabakata başka bir anlam yükledi. Ama gelin görün ki böyle bir diplomatik başarı sonrasında kendimizi Libya iç savaşının bir tarafı olmamız kabul edilebilir değil.  Buradaki sıkıntı deniz sınırı mutabakatına karşı askeri işbirliği mutabakatının imzalanmış olduğu algısının ortaya çıkması. Halbuki Türkiye, uluslar arası hukuk ve deniz hukuku açısından çok kuvvetli olduğu deniz sınırı mutabakatı karşılığında Libya iç savaşında yer almak zorunda değildi. 
   Aslında Türkiye bir süredir Trablus'taki Ulusal Mutabakat Hükümetini (UMH) destekliyor. Ancak Libya ile imzalanan askeri işbirliği mutabakatıyla bu destek iyice artacak ve fiilen sahada Türk askeri desteğine dönüşecek gibi. Bu da Türkiye'nin dört bir tarafından kuşatan kriz ve çatışma cephesinin Libya'ya kadar uzaması yani cephenin genişlemesi anlamına geliyor.



    Irak ve Suriye kuzeyinde askeri operasyonlarda sınırımızın hemen dibi olmasına rağmen yaşanan sıkıntılar ortada. 
Bizim için deniz aşırı olan Libya'da fiilen askeri operasyonlara katılmanın askeri-politik maliyetini öngörmek şu aşamada oldukça zor. 
Çünkü Libya'daki belirsizlik Suriye'dekinden daha fazla.Türkiye, Suriye'de Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Harekatı, İdlib ve şimdi de Barış Pınarı Harekatıyla dördüncü kez Suriye'de askeri harekat yürütüyor. 
Gelinen gün itibariyle bu harekatlarda istenilen ortamın yaratıldığını söylemek zor. Bunun en önemli nedeni ise siyasi hedefin net ve doğru olarak belirlenememesi dir. Şimdi benzer durum asker gönderme aşamasında olduğumuz Libya için de geçerli. İlk akla gele sorular şunlar:   
Türkiye Libya'da UMH tarafında iç savaşa dahil olarak hangi siyasi hedefi gerçekleştirecektir?  UMH'nin karşısındaki Hafter güçlere (ve onun destekçisi Rusya, Fransa, BAE gibi ülkeler) bakıldığında Türkiye'nin UMH'nin tek destekçisi olarak bunu sağlaması ne kadar mümkün?  

    Libya'ya asker göndererek UMH yanında olma kararı UTK (Uygunluk, Tatbik Edilebilirlik, Kabul edilebilirlik) testinden geçti mi?  

Libya'ya asker gönderilmesi durumunda artık cephe gerisi durumuna düşecek Suriye kuzeyinde özellikle İdlib'te güvenlik nasıl sağlanacak? 
Hele hele İdlib'ten beklenen yeni göç dalgasının artık sınır kapsına dayandığı bir ortamda göç ve terörist sızmaları  Nasıl önlenecek? İdlib'ten kaynaklanacak yeni tehdidin Libya'dan kaynaklanan tehditle mukayesesi, durum muhakemesi yapıldı mı?Suriye kuzeyinde özellikle İdlib'te Türkiye'nin üstüne düşen sorumluluğu yapmadığına ilişkin Rus eleştirileri ve artık sabrının taştığı anlaşılan Kremlin yönetiminin tavrı ortadayken Libya'da karşı pozisyonlarda olan Rusya ile işbirliğini yapılabileceğini düşünüyor usunuz? Suriye'de Esad'ı yok sayarak yapılan yanlış şimdi Libya'da ABD, Fransa, DAE, İtalya vs yok sayılarak tekrar mı edilecek?  Ankara'daki Rus Büyükelçinin Daily Sabah yazarı Öcal'a  verdiği cevabı gördünüz mü? Türkiye'nin desteklediği UMH'ye yönelik Rus tutumunun farkında mısınız? 

Bakın ne diyor Rus büyük elçi: 

Sayın Hafter, ülkenin önemli bir bölümünü kontrolü altında tutuyor, sözleri bir anlam ifade ediyor ve en azından bazı dünya başkentlerinde  ve bölgesel başkentlerde duyuluyor. Diğer taraftan, Sayın Sarraj'a desteğini açıklayan Trablus kırsalındaki çok sayıda aşırılık yanlısı grup,  özellikle onların Libya'ya DEAŞ saflarında savaştıkları Suriye'den geldikleri gerçeğini dikkate aldığımızda, Sayın Sarraj'ın güvenilirliğini artırmıyor. 

    Güvenilirliğini de, meşruiyetini de.Ülkenin farklı kesimlerinde kontrolü ele geçiren birkaç yüz silahlı grup, oralardaki nüfusa karşı terör estiriyor.  
Doğrusu bunlardan biri de, Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH). Ancak UMH'nin "uluslararası tanınmışlık" statüsünün, son derece tartışmaya açık olduğunu hatırlatmama izin verin. Daha önce Putin şimdi de Rus büyükelçinin söylediği konu (Suriye'den Libya'ya gelen gruplar) önemli ve tehlikeli. Dünden bu yana yerel basında çıkan haberlerde Türkiye'nin İdlib'te birlikte çalıştığı silahlı gruplardan bazılarını  Libya'ya sevk edeceği iddiaları seslendiriliyor. 

   Görülüyor ki, Rusya'nın Libya durum muhakemesi Erdoğan yönetimininki ile taban tabana zıt. 

Rusya Türkiye'nin İdlib'teki sorumluluğunu yerin getirmeden  Afrin ve Fırat doğusundaki harekatlarına bir nevi göz yumdu. 
Ama bir üçüncüsüne razı olacağını beklemek, Libya'da Türkiye ile yeni bir angaje ye girmek istemiyor. Rus kaynaklarımıza göre, Rus tarafının Türkiye'nin özellikle İdlib'teki tutumundan son derece rahatsız ve bıçak kemiğe dayanmış durumda. 
Onun içindir ki İdlib'te Suriye Operasyonları başladı ve peşinden göç dalgası büyüdü. Libya iç savaşıyla deniz yan sınırının hiçbir bağlantısının olmadığını tekrar hatırlatarak tezkere çıkmadan tekrar soralım. Türkiye'nin asker göndererek Libya'da iç savaşın tarafı olmasının nihai hedefi ve siyasi hedefi nedir? Türkiye'nin hangi milli çıkarlarına hizmet edecek, hangi tehdidi bertaraf edecektir?   



Kaynak Yeniçağ: 
Rusya ile Libya'da çatışmak
Cahit Armağan DİLEK 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/rusya-ile-libyada-catismak-54339yy.htm


***

Siyaset ve Devlet Adamlığı

Siyaset ve Devlet Adamlığı

Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
08 Kasım 2010 


Türkiye’de bugün siyasi hayatımızla ilgili şikâyetlerin dünden gelen sebeplerini düşünmek, gerçeğe yaklaşmak açısından elzemdir.Bizim siyasi hayatımızın bel kemiği 27 Mayıs Darbesi ile kırılmıştır. Seçimle gelmiş, seçim yolunu kapatmamış DP iktidarına bir cunta darbe yapmış, silahlı kuvvetler de bu cuntanın emrine girmiştir. Darbeciler, DP’nin yetişmiş, değerli kadrolarını Yassıada’da zulmün her çeşidiyle ezmişlerdir. Yurdun her köşesindeki DP’liler de dayak fasıllarından geçirilmiş, pek çoğu da sakat kalmak veya hayatlarını kaybetmek gibi bahtsız bir uygulamanın kurbanı olmuştur. Bir yabancı diplomat;  “Sizin memleketinizin siyasi bereketini aklım almıyor. Bunca müdahaleye rağmen hâlâ siyasi kadro çıkarabiliyorsunuz”  demişti. Türkiye’nin siyasi kadroları hoyratça biçildi ve yeni kadrolar geldi.27 Mayıs Darbesi sade birinci sınıf kadroları kırmakla kalmadı. Aynı zamanda siyasetin tabii gelişme yolunda devamını önledi. Siyasi hayatımızda gelenek, görenek, tecrübe birikimine kavuşmak hayal oldu. Milletimizin yetişmiş insan bereketiyle partiler kuruldu, hükümetler teşkil edildi. Ancak siyasette çok önemli olan usta-çırak ilişkisine geçilemedi. Askeri darbeler 1980 darbesi de dâhil, partileri kapatmayı, parti yöneticilerine yasak getirmeyi bir marifet zannetti. Bir alayı bir subaya teslim etmek için, ona alay komutanı demek için 25 yıl onun yetişmesini ve demlenmesini bekleyen komuta kademeleri, milletvekili olan kişinin bakan olabileceği hükmünü uyguladılar ve devlet yönetiminin askeri bir birliği idare etmekten kolay olacağını sandılar. Bütün bu olanlara rağmen saygıyla, sevgiyle anılmaya layık başbakanlarımız ve bakanlarımız oldu. Ancak üzülerek ifade edeyim, Türkiye Adnan Menderes çapında bir Başbakanı, Fatin Rüştü Zorlu çapında bir Dışişleri Bakanını gelecek elli yılda yetiştirebilir mi çok şüpheliyim. Menderes, Türkiye’de ekonomik gelişmenin rakamlarını patlatan adamdır. Darbeciler, üniversite mezunu memurların 600 TL aldığı Türkiye’de Amerikalı profesörlere günde 1.250 TL ödeyerek Menderes’in uyguladığı bütün ekonomik projeleri incelettiler. Sonunda onlar cuntaya bir rapor sundu. Bu raporun ifadesi şu hükümle bitiyordu;  “A. Menderes’in uyguladığı bütün ekonomik projeler kendi aralarında mükemmel planlıdır.” Yassıada’da yalanlara ve iftiralara dayanan bir mahkeme hükmüne ulaşmak için hukuk ayaklar altına alınmıştır. 

   Merhum Bayar’ın İsmet İnönü’yü öldürmek için bazı partizanları görevlendirdiği iddiasıyla açılan Topkapı davasında avukatlar:  “Beyefendi, size vefatından biraz önce Atatürk, bu İsmet’i temizleyin dedi ve onun öldürüldüğüne inanarak vasiyetinde ’İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır’hükmüne yer verdi. Lütfen bunu mahkemede ifade edin. ’Ben Atatürk’ün emrine rağmen İnönü’nün hayatını korumuş adamım. Nasıl olur da Onu sokaktaki adamlarla öldürtmeye teşebbüs edebilirim?’ deyiniz.”  Bayar’ın cevabı  “Devlet sırları şahsi savunmada kullanılamaz”  oldu.Aynı davada yılların yalan fırtınalarıyla yıpratılmak istenen Menderes’e, ağır bir itham yönetilmiştir.  “Muhalefet partilerine özellikle CHP’ye mensup olanları öldürmeleri için kendi taraftarlarına silah dağıttı.”  İşin aslı Başbakan Menderes, Cezayir’de Fransız zulmüne başkaldırmış Cezayir milliyetçilerine silah yardımı yapmıştı. Menderes’in avukatlara cevabı  “Devlet hayatımızla ilgili sır kalması icab eden hiç bir konuyu başımı kurtarmak için kullanmam” olmuştu.Ne yazık ki bu müstesna devlet adamlarının karşılaştığı muhalefet korkunçtu.  “Hayatta en büyük saadet namuslu ve münevver hasımlar karşısında olmaktır”  diyen feylesof ne kadar doğru söylemiştir. Siyasette hasımlarınız aydın kimliğine ulaşamamış, yarı cahiller ve namus kavramından mahrum arsızlar ise sizin saadete ulaşmanız mümkün değildir. Ne yazık ki bu memlekette muhalefet, hep iktidarın her dediğine  “hayır”  demek sanatı olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki muhalefet kara çalma sanatı değildir. Yeni fikirler üretmek, yeni çareler söylemek, yeni ufuklar göstermek muhalefetin işi olmalıdır. 27 Mayıs’ın yollarını döşeyen o günkü muhalefet olmuştur... 

  Dışişleri Bakanı Zorlu, dünya borsalarında buğday fiyatları kımıldayıp azıcık yükselince, buğday verip petrol aldığımız İran’a gitmiş, o günün heyetinde bulunan rahmetli dostum E. Büyükelçi Oğuz Gökmen’in bana anlattığına göre, yüzde 10 indirim sağlayarak Türkiye’ye büyük bir hizmet yapmıştır. Ne yazık ki bunun mükâfatı ’Zorlu yüzde 10 rüşvet aldı’ iftirası olmuştur.27 Mayıs Darbesi’ni; 1971 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi takip etmiştir. Merhum Türkeş’in ifadesiyle; “En iyi darbe yönetimi, en kötü demokrasi idaresinden daha zararlıdır.”  Siyasi hayatımız için bu kapıların kapanmış olmasını temenni ediyorum. CHP’nin kadro değişikliğini sağlam araştırmalarla beslenmiş bir düşünce ve fikir zeminine taşımasını bekliyoruz. MHP’nin birlik ve beraberlik bayrağını açmış olması, ülkemizin ve siyasetimizin geleceği açısından çok büyük önem taşıyor. Ülkemizin içinde bulunduğu sosyal şartlar ve bölgemizin sorunları ancak çok güçlü kadrolarla aşılabilir.Siyaset adamları demlenir, tecrübe kazanır ve devlet adamı olur. Siyaset adamı bugünü, devlet adamı gelecek elli veya yüzyılı düşünür. 

Başta siyasi partiler olmak üzere, devlet ve millet hayatında yetişmiş kadroların kıymetini bilmeliyiz. 

Unutmayalım ki; “bir devletin değeri onu meydana getiren kişilerin değerine eşittir." 


Kaynak Yeniçağ: 
Siyaset ve devlet adamlığı 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/siyaset-ve-devlet-adamligi-15614yy.htm


****

Bir Yıl dönümünün Düşündürdükleri...

Bir Yıl dönümünün Düşündürdükleri...


Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com 

01 Kasım 2010


   Bugün, 1958 yılı 1 Kasım’ın da kaybettiğimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın vefat yıl dönümüdür. 

   Allah rahmet eylesin! Yahya Kemal, 2 Aralık 1884’te Üsküp’te doğmuştur. Babası Nişli İbrahim Bey çok eskiden bu topraklara yerleşmiş Akıncı Beyleri’nin soyundandır. Annesi divan şiirinin son üstadlarından Leskofçalı Galib Bey’in yeğeni Nakiye Hanımdır.Yahya Kemal, yetişme tarzı, kültürü ve her hali Türk olan davranışlarıyla milli şahsiyetlerimizden biridir. Yetişmesinde Rumeli Medeniyet’imizin zengin tarih hatıralarıyla yoğrulmuş, Üsküp gibi Türk-İslam çevrelerinin etkisi büyüktür. O’nu şekillendiren dini ve milli telkinleri annesi Nakiye Hanım vermiştir. Hatıralarında O aziz anneden şöyle bahsediyor:“Lakin benim hem dini hem de milli terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediye okur, bana Kur’an öğretirdi. Beyaz başörtüsüyle, elindeki kitaba imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Daha o yaşta Yazıcızade Mehmet Efendi’nin Türklükle İslamlığı yoğuran Milli İslami harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.” Ata ocağında aldığı İslami-Milli değerlere bağlı bu yetişme tarzı Yahya Kemal’i Paris’te geçen dokuz yıllık gençliğinde köksüz ve kozmopolit olmaktan kurtarmıştır.Bu Türk-İslam terbiyesinden sonra O’na kültür olgunluğu veren Paris şehrinin ilmi muhitleridir. 1903-1912 yıllarında Paris yepyeni fikirlerin tartışıldığı, şiir ve sanatta yeni açılımların yaşandığı bir düşünce ve sanat zenginliği yaşıyordu. Bu dönemde Albert Sorel’i, Bergson’u tanıdı. Türkolog Leon Cahun’un ilhamlarıyla Turancılık’a yöneldi. Fransız sosyalisti Jean Jaures’in konuşmalarını inceledi. Daha sonra bütün araştırmalarının sonucu olarak milliyetçilikte karar kıldı. “Şüphesiz Albert Sorel’in üzerimde tesiri olmuştur. Fakat beni asıl başka gözlemlerim milliyetçi yaptı, anlatayım; Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim azınlık Rumlar, Bulgarlar büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim  Jön Türkler, Abdülhamid’i yıkmakla meşguldüler. Türk Milleti’nden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamid değil, bunlar Türk Milleti’ni yıkmak istiyorlar. Demek Türk Milleti diye bir şey var. Bu nasıl millettir, Mazisi nedir diye merak etmeye başladım. Zaten Siyasi Bilimler Fakültesi’nde tarih okuyordum. Türk Milleti’nin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmaya başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.” Yurda çok zengin bir bilgi ve kültür birikimi ile döndü. Darü’l- Fünun’da ’Medeniyet Tarihi’hocası oldu. Fuat Köprülü, Müderris Yahya Kemal’in çok sadık bir takipçisidir. Yahya Kemal’in “Milliyeti Yesevi’de aramak gerekir” düşüncesiyle O’na verdiği vazife Fuat Köprülü’nün kaleminden “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eseri yazdırdı. Yahya Kemal, Mütareke’nin acı dolu günlerinde ‘ordumuzun mütareke denilen bu lekeyi, bir gün ateş ve kanla boğacağını’ söylüyor, üniversite gençliğine ümit veren bir güç oluyordu. O’na göre “Türk’ün ateşle imtihan edildiği” Anadolu hareketine “ Kuvva-i Milliye ” denmesi diri ve taze kuvvetlerin tükenmesi sebebiyleydi. Bu tükenişin arkasından ortaya çıkan Mustafa Kemal Paşa’ya üstadın “milletin yedek kuvveti” sıfatını vermesi bundandır. Her şeyin sıfıra inme çizgisine girdiği o günlerde Yahya Kemal’in inancı zirve yapıyordu. Kuvva-ı Milliye zafere ulaşacaktı. Çünkü o, yaralı medeniyetin ruh kuvvetiydi. Başında Mustafa Kemal vardı...Bulunduğu mecliste Türkiye’nin manda olması görüşülüyordu. Büyük şair, “Sultan Fatih, İstanbul’u muhasara ederken bir topunu 400 mandaya çektiriyordu. Bunlar koca devleti bir mandaya satacaklar” dedi.Bu satırların yazarı olarak Yahya Kemal’i büyük edebiyat tarihçimiz N. Sami Banarlı’dan dinledim ve öğrendim. Hemen hemen bir yılın her cumartesi akşamı Bebek’teki Türk Mimarisi’ne göre inşa edilmiş evinde Banarlı’nın coşkun Türkçesiyle anlattığı Yahya Kemal hafızamda o zamanın bereketi olmuştur. Yine O’ndan dinlediğim bir nükte var. Büyük şair; “Bu iş yanlış oldu. İsmet Paşa şiir yazmalı, ben de devleti yönetmeliydim. O zaman hiç olmazsa sadece şiir mahvolurdu” diyor. Yassı ada zulüm makinesi, Demokrat Parti yöneticilerine her türlü işkenceyi reva görürken kahroluyorduk. 
Yedek subay olduğum o bereketli yılın bir akşamında Aziz Banarlı’ya sordum: 
“Üstadım, bu millet Selçuklu ve Osmanlı asırlarında Haçlı ordularına karşı oluk oluk kan döktü, İslam’ın kılıcı oldu. 

Bu devleti kurarken Trablusgarp, Balkan, Cihan ve İstiklal Harpleri’nde 16 yıl savaştı. Neden bizim yüzümüz gülmüyor? 

Nedir bu çektiğimiz elemler?” deyince Banarlı “Ben bu soruyu aynen merhum Yahya Kemal’e sordum, cevabı şu oldu;

 ‘Osmanlılar bu toprakları kılıçlarıyla aldılar. Biz onları bu topraklardan, mülklerinden kovduk ve yâd ellerde sefalete terk ettik. 

Onun için Nihad ,bizim yüzümüz gülmez.’Milletçe bir tarih muhasebesi yapıp, diz çöküp, ellerimizi Yaradana açarak “Allah’ım tarihimize, 
milletimizin soylu geçmişine ve onun aziz şahsiyetlerine gösterdiğimiz gaflet ve yaptığımız yanlışlardan dolayı bizi affet” demenin vakti 
çoktan gelmedi mi? 

Kaynak Yeniçağ: 
Bir yıldönümünün düşündürdükleri... 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bir-yildonumunun-dusundurdukleri-15509yy.htm


***

Bu Kavga niye?

Bu Kavga niye?




Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotm ail.com 

25 Ekim 2010


Milli hassasiyetlerden kaynaklanan kavgalara saygım var. Ancak millet çapında ağırlık taşımayan herkesin kendisiyle ilgili dinmeyen öfkesinin kavgasını anlamakta zorlanıyorum.İnsanımız önce dinlemeyi, anlamayı bir tarafa bırakmış sadece konuşuyor. Kendisinin peşin hükümlerine söz gerekçeleri üretiyor. Sesini yükseltmekte, bağırmakta kuvvet buluyor.    
   
  Ne yazık ki bugün İnsanlarımız birden parlıyor. Sesleri hızla yükseliyor. Önce küfürler, sonra bıçak veya tabancalar konuşuyor. Trafik düzenimiz, Sokaklarımız, Üniversitelerimiz, hep kavgalı. Siyasi hayatımız ise, Mayınlı tarla gibi patlamalar bitmiyor. İnsanları, olanları, anlamadan hüküm vermekte çok başarılıyız. Başkalarını yargılarken kendimizi onların yerine koymayı hiç düşünmüyoruz. Osmanlı asırlarında bizim coğrafyamıza gelen bütün seyyahlar ısrarla bizden  “ huzur dünyası ”  diye bahsederdi. Bunlar ülkelerine dönünce gördüklerini kitaplaştırdı. Ortak görüşleri bizim toplumumuzun kavgasız, huzurlu bir cemiyet olmasıydı. Az konuşmasıydı. Bütün canlılara, insanlara, hayvanlara, ağaçlara şefkat gösterilmesiydi.Evet, dün gürültüsüz bir cemiyet tik. Ne yazık ki o güzelliklerin özü olan temel ölçüden bugün çok uzağız. Âlemi yaradan ın tecellisi gören O’nun zuhuruna mutlak saygıyla bağlı olan halden, bugün hemen herkesin kendisini hak sandığı hale geldik. Her türlü manevi açıklamayı reddeden pozitivizm, bizim toprağımızda büyük yıkım yaptı. İnsanlarımızı firavun kimliğine sokmak için ne mümkünse yaptık, yapıyoruz. Sadece ben var, bizden çok uzağız.“Eksik görmek, o eksikliğe talip olmaktır”  diyen hikmet bizim sosyal iklimimizi terk etmiş. İnsanları eksikleri, kusurları, hataları ve günahlarıyla ele alıyoruz. Meziyetleri ve güzellikleriyle ilgimiz yok. Böyle bir üslup aileden siyasete bütün kurumlarımızı işgal etmiş durumda.Bu kara dumandan, bu zehirleyici sisten kurtulanlar, kurtulmak isteyenler, dalga dalga “Hak Dost!” diyenlere koşuyor. Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Hz. Mevlana’nın, Hacı Bayram-ı Veli’nin Hacı Şaban-ı Veli’nin huzurları dolup taşıyor.Hakkın iman, aşk, irade, ümit lütfeden pınarları sevenlerine inançları ve idrakleri mertebesinde lütuflar sunuyor. Böylesine bir zenginliğin içinde bu fukaralık niye? Kendisine selam veren papaza eğilerek karşılık veren Mevlana’ya idrak yetersizliği olanlar  “Müslümanların hocası bir Hıristiyan’a bu ihtiramı nasıl gösterir?” deyince verdikleri cevap;  “ Nezaket yarışında bir papazdan geri mi kalsaydım?” olmuştur.Gerçekten nezaket yarışına muhtacız. Kurallara uymayı reddeden, kuralları çiğnemeyi marifet sayan nezaketsiz kafalar, trafik canavarını semirtmek le meşgul.  Evet, adam olmak, toplum içinde insan gibi yaşamak cemiyeti idare eden kurallara uymakla mümkündür. Buna şiddetle muhtacız. İkincisi kurallara uyumu kontrol edecek bir düzene ihtiyacımız var. İnsanda başlayan cemiyeti sarmalayan bir sistem.

.. Gelin yazımızı Neyzen Tevfik’in bir hatırasıyla bağlayalım. İmardan önceki Aksaray sokakları çok dar ve çok çamurdu. Bir gece meyhaneden çıkan Neyzen yola koyulur. Karşıdan gelen zil zurna sarhoş bağırmaktadır.  “ Heyt! İmanım, ben ite, köpeğe, serseme yol vermem!” Neyzen o muhteşem irfanıyla yana çekilir; 
“ Buyur evlat ben veririm” der. Evet, kavgaların sona ermesinde yol vermek bir ümittir... 
Ancak yeterli midir? 

Kaynak Yeniçağ: Bu kavga niye? - 
Agah Oktay GÜNER 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bu-kavga-niye-15426yy.htm

***

23 Aralık 2019 Pazartesi

İSTANBUL A KANAL YAPMAK BİLİMSEL BİR NETİCE MİDİR?



İSTANBUL A KANAL YAPMAK BİLİMSEL BİR NETİCE MİDİR?

Muhittin Ziya Gözler, 
23 Aralık 2019
21 YÜZ YIL MERKEZİ. 
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi



Kâinatı mahkûm etmenin imkânsız olduğu bilinseydi, yaşadığımız dünyanın bugünlere gelmesi şüphesiz mümkün olmayacaktı.

Toprak kendisinden alınanı geri ister ve mutlaka gün gelir geri alır. İşte İstanbul’u dünya başkenti olmaktan çıkaracak Kanal İstanbul’a bu açıdan bakılsaydı bunun bir proje olmadığı açıkça görülecekti. Aslında bu konuya şu soru ile başlamak sanırım yerinde olur. Bu kanal niçin yapılmak istenmektedir? Acaba böyle bir yapıya İstanbul’un ihtiyacı var mıdır? Bu kanalı yapmanın en önemli gerekçesi, TC.UDHB’ nın Kasım 2017’de Çınar Müh. Müş. AŞ’ye yaptırdığı ÇED Başvuru Dosyasında ayrıntılı şekilde anlatılıyor. Projenin teknik olmayan özetinde ve Bölüm I/a’da (Bu bilgelerin bir kısmı TC. Dışişleri Bak.’nın internet sitesinde de yer almaktadır) şu şekilde yer almaktadır:    ’’Dünya‟daki ekonomik faaliyetlerin her geçen yıl artması, İstanbul Boğazından geçen gemi sayısının da buna paralel olarak artmasına sebep olmuştur. Yılda ortalama 50.000 geminin geçtiği İstanbul Boğazı, en dar yeri 698 m olan doğal bir su yolu olup, ticari gemiler Montrö Boğazlar Sözleşmesi kapsamında boğazdan geçiş yapmaktadır.

Ancak, Montrö Sözleşmesinin imzalandığı 1930’lu yıllarda Türk Boğazlarından yılda geçen gemi sayısı 3.000 mertebelerinde iken günümüzde gemi trafiğindeki artış, teknolojik gelişmeler sonucu gemi boyutlarının büyümesi ve özellikle, akaryakıt ve benzeri diğer tehlikeli/zehirli maddeleri taşıyan gemi ( Tanker) geçişlerinin artması, dünya mirası kent üzerinde büyük baskı ve tehdit oluşturmakta, İstanbul Boğazına alternatif bir geçiş güzergâhının planlanmasını zorunlu hale getirmektedir.’’  

‘’… İkinci olarak, Türk Boğazları fiziki özellikleriyle seyir bakımından dünyadaki en zor su yollarından biridir. Boğazlardaki güçlü akıntılar, keskin dönüşler ve değişken hava koşulları seyrüseferi son derece zorlaştırmaktadır. Kısacası, Türk Boğazlarının seyir açısından dünyanın en zor ve tehlikeli su yollarından biri olduğunu söylemek mümkündür. İstanbul Boğazı uluslararası ulaşımda olduğu kadar şehir içi ulaşımda da önemli bir rol oynamaktadır. Dünya ve ülkemizdeki ekonomik gelişmelere paralel olarak boğazdaki trafik her geçen yıl artmaktadır.

Özellikle tehlikeli madde taşıyan gemilerin sayısının ve taşınan yükün her geçen yıl artması olayı daha da tehlikeli bir hale getirmektedir. 

Boğazlardan geçiş sisteminin belirlendiği Montrö Antlaşmasının imzalandığı yıllarda İstanbul Boğazından yılda geçen gemi/tanker sayısı 3.000 mertebelerinde iken bu sayı 30 yıl sonra (1985 yılında) yaklaşık 6 kat artarak 24.000 mertebelerine, 10 yıl sonra, 1995 yılında ise iki kat daha artarak 50.000 mertebelerine ulaşmıştır. Halen, her yıl bu miktarlarda gemi boğazı geçse de boğazlardan taşınan yük ve tehlikeli yük miktarı her geçen yıl artmaktadır. Bunun nedeni, zaman içerisinde gemi boyutlarında olan değişimdir. Gemi sayısı aynı mertebelerde olsa dahi taşınan yükte ciddi artışlar gerçekleşmiştir.’’ TC. Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesindeki şu görüş çok değerli ve önemlidir:’’…Diğer yandan, Türk Hükümeti’nin Boğazlarda seyir, can, mal ve çevre güvenliğini azami düzeye yükseltmek amacıyla bazı fiziki tedbirler almaya yönelik çalışmaları kapsamında, Boğazlarda radar destekli Türk Boğazları Gemi Trafik Hizmetleri Sistemi (TBGTHS-VTS), 30 Aralık 2003 tarihinde operasyonel olarak devreye girmiştir. Söz konusu sistemin devreye girmesiyle birlikte Boğazlarda can, mal, çevre ve seyir güvenliği daha da artmış ve deniz trafiği daha etkin bir biçimde kontrol altına alınmıştır.’’ Diğer taraftan TC. Dışişleri Bakanlığı İstanbul Boğazı’ndan geçen tanker sayılarını ve geçen tehlikeli madde miktarlarını da yıllara göre şu şekilde açıklanmıştır: 2006-10.153 adet, taşınan tehlikeli madde miktarı 143.425.500 ton, 2011-9103 adet, taşınan tehlikeli madde miktarı 138.496.500 ton, 2015-8633 adet, taşınan tehlikeli madde miktarı 135.952.000 ton, 2017-8832 adet, taşınan tehlikeli madde miktarı 146.943.000 tondur.

Peki, İstanbul Boğazı’ndan geçen gemi sayısının yıllara göre durumu nedir? 2012 yılında bu sayı 48.329 iken 2017 yılında 42.978’e düşmüştür. Bunun en önemli sebebi boru hatları ile boğazları geçen hidrokarbon kaynaklarıdır. Bundan sonra boğazlardan geçişin azalacağı da teknik bir neticedir. Daha ayrıntılı incelemeler yapıldığı takdirde kanalın yapılması konusunda birinci önceliğin güvenlik olmadığı açıkça görülmektedir. Kanalla ilgili ayrıntılı bilimsel yaklaşımlardan önce kanal hakkında genel bilgiler sunup bazı sorular soralım: 1-Kanal 45 km. uzunluğunda duruma göre eni 125-250-400 metre ve derinliği 25 m. olacak ve buradan çıkarılacak hafriyat 1.5-3.0 milyar tonu bulacaktır. Bu malzeme izostatik dengeyi bozacaktır. Peki, bu malzeme nerede kullanılacaktır? 2- Projenin maliyeti 60 milyar TL midir? 75 milyar TL midir? Yoksa 16.01.2018 tarihli bir gazetenin internet sitesindeki bir makalede yer aldığı gibi 40 milyar dolara mıdır? 7-10 yıl içinde bitirilecek olan projede ilk maliyet 75 milyar TL olabilir. Ama geçen zaman içinde acaba 150-200 milyar TL’yi bulabilir mi? 3- Günde yaklaşık 2.5 milyon m3 su kullanan İstanbul sadece Sazlıdere Barajı’ndan beslense 55 milyon m3 su kapasitesi ile İstanbul’u 18-25 gün besleyecek olan bu baraj iptal edilecektir? Niçin? 4- Çıkarılan milyarlarca ton malzeme kara parçası üzerine serilemeyeceğine göre, Marmara Denizi’nde adalar mı meydana getirilecektir? Şayet böyle suni yapılar meydana getirilecekse ve de bunların üzerine yerleşim yerleri kurulacaksa bunun tehlikesi acaba görülememekte midir? Deprem ve tsunami önce onları ortadan kaldıracaktır. 5- Marmara Denizi lagünün dip çamuru ile dolacak ve kıyı şeridi geçen zaman içinde aşınıp gidecektir. Ayrıca dip çamurunda ağır metaller olduğu bilindiğine göre bu tehlikeye karşı bir tedbir alınabilir mi? Alınacaksa nasıl bir tedbir alınması düşünülmektedir? 6- Proje alanının %52,16’sının tarım alanı olduğu doğru mudur? Ayrıca bölgede bulunan ormanların ne kadarı ortadan kaldırılacak ve yaban hayatından ne kadar canlı buralardan uzaklaşacaktır? 70 tür canlının yaşadığı Terkos ve çevresi n’olacaktır? 7- Arnavutköy, Çatalca, Silivri, B.Çekmece, Beylikdüzü, K.Çekmece, Avcılar, Esenyurt, Başakşehir ilçelerinin bulunduğu alandaki yer altı sularına deniz suyunun sızması sonucu kullanılmakta olan sular tuzlu su haline dönüşebilir mi? 8- Bu kanalın ömrü kaç yıl olacaktır? 50-100-200 yıl mı? Yoksa 7.000-14.000 yıl mı? İstanbul Boğaz’ında bu rejimin 12.000 yıl devam ettiği bilimsel bir gerçektir (Tufan’ın bir kısmının yaklaşık 12.000-14.000 yıl önce Karadeniz’de meydana geldiği bilim adamları tarafından ifade edilmektedir). 9- Karadeniz’e kıyıdaş ülkeler (özellikle Rusya) Kanal’a 5-6 milyar dolar harcandıktan sonra siz Montrö Sözleşmesi’ne aykırı davranıyorsunuz diye seslerini yükseltebilirler mi? Zira İstanbul Boğazı’ndan geçip Karadeniz’e giremeyen birçok emperyalist ülke artık elini kolunu sallaya sallaya Karadeniz’e girecektir. Bir tedbir alınacak mıdır? Türk Devleti’nin haklarını ciddi anlamda koruyan 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi’ne dil uzatılmaması gerekir. Zira bu sözleşme her zaman için bizim elimizde güçlü bir koz olarak duracaktır.

Şimdi kanalla ilgili bilimsel, teknik ve sosyal konuların ve de meselelerin neler olduklarına kısaca değinelim: Jeolojik olarak kuzeyde Terkos Gölü civarında Eosen-Oligosen (56-34 milyon yıl) yaşlı birimlerin bulunduğu kanal güzergâhının güneyinde, Küçükçekmece dolaylarında Miyosen (23-5 milyon yıl) ve daha genç birimlerin bulunduğu bilinmektedir.  Bu hat genelde çok sert ve dayanıklı olmayan bir zemindir. Bu gevşek malzemelerin kanalın kazılması sırasında kütle hareketlerini ve heyelanları tetikleyeceği ve toprak kaymalarının meydana geleceği bilimsel bir sonuçtur. Diğer bir tahribat ise, kazma işlemleri deniz seviyesine indiğinde kanal bir drenaj sistemi gibi çalışmaya başlayacak ve kanal çevresindeki bütün yer altı suları tuzlanacaktır. Diğer taraftan 7 ve üzerinde meydana gelecek bir depremin İstanbul’a yapacağı tahribat uzun yıllardır anlatılmaktadır. Bu büyüklükte bir depremin kanal ve çevresindeki gevşek zeminlerde, özellikle de güneyinde 9-10 şiddetinde hissedilecektir. Bu ne demektir? Kanal kanal olmaktan çıkacak, köprüler, kanal çevresindeki tüm yapılar yerle bir olacaktır. Bu deprem sonrası bir tsunami meydana gelmeyecekse bile milyarlarca ton taş ve kayanın taşınması zaten zayıf olan zemini daha da zayıflattığı için tsunami meydana gelecektir. Bölgedeki tektonik 1998 yılında Prof.Dr. A.Barka’nın İstanbul’un depremselliğini oluşturan tektonik yapılar ve İstanbul için bir mikro bölgeleme denemesi adlı makalesinde çok açık bir şekilde anlatılmıştır. Özet kısmındaki bilgiler ile haritada yapılacak kanal ve çevresinin jeolojik olarak ne durumda olduğunu görelim. Yeni bir ÇED raporu hazırlanırken bu ve benzeri tüm makalelerin görüş ve önerilerin dikkate alınması yarınlar için büyük önem arz etmektedir. Barka özetle şunları dile getirmektedir:

(İstanbul ve çevresindeki önemli tektonik yapılar/Barka ve Kadinsky-Cade 1998)


Istıranca Dağları’nın jeolojik ve tektonik yapısına lütfen dikkat ediniz, önem veriniz…

Prof.Dr. N.Görür tehlikeyi daha anlaşılır bir şekilde ifade etmektedir: 

’…Yaklaşık 1-1,5 milyar m3 malzeme kazılacaktır...  Bu boyuttaki bir malzemenin herhangi bir yere serilmesi mümkün değildir.  Bir ihtimalle Marmara içerisinde adacıklar oluşturulacaktır. Marmara’nın içerisindeki aktif fay sistemi düşünülürse bu iş son derece riskli olacaktır. 

 Kanalın kazılması esnasında zemin özelliklerine göre fazla kayma, heyelan ve göçmeler olacaktır… 

İstanbul deprem beklemektedir. 
Beklenen deprem gerçekleşirse Kanalın Marmara ağzı 9-10 şiddetinde etkilenebilecektir. 

Kanal gibi yatay ve düşey harekete sıfır toleranslı bir yapının bu depremden (veya sonrakilerden) ciddi hasarlar görmesi mümkündür.’’ Diğer taraftan TMMOB Jeofizik Müh. Odası İst. Şubesinin yayınladığı rapordaki şu görüşler gerçekten çok büyük önem arz etmektedir. ’’… Kanal İstanbul tamamlanıp servise alındığından itibaren hem anında hem de zaman içerisinde oluşacak etkileri, şu ana başlıklarda toplayabiliriz:

A) İzostatik Etkiler 
B Sismotektonik Etkiler 
C) Sismolojik Etkiler 
D) Klimatolojik etkiler 
E )Marmara Çukurluğu şev stabilizasyon etkileri 
F) Fauna ve Flora etkileri 
G) Fosseptik etkiler 
H) Tarımsal Etkiler 
I) Çevre Kirliliği Etkileri 
J) Demografik Etkiler 
K) Ekonomik Etkiler.’’ 

  Her madde dikkatle değerlendirildiğinde projenin vahameti gözler önüne serilmektedir. Sismolojik Etkiler başlığındaki ifadeler aynen şöyledir: ’’Kanal alanında beklenilen izostatik deprem etkinliği onlarca yıl azalarak da olsa devam edeceğinden, kurulacak olan yeni şehir’in betonarme yapıları, bu uzun süreli deprem momentlerine maruz kalmaları yüzünden mikro çatlaklarla yanıt verecek ve periyodları büyütülerek kendi plastik özellikli zeminleri yüzünden daha sakıncalı bir duruma geleceklerdir. Özellikle deniz tabanında, depo alanındaki izostatik depremler ise zaten gerilim altındaki Orta Marmara Segmentinin sürtünme kilidinin azaltılmasına neden olarak, beklenilen büyük depremi öne çekecektir.’’

Diğer taraftan Karadeniz’deki oksijen oranının çok düşük olması sebebiyle çok kirli bir deniz olduğu bilinmektedir. Karadeniz’in ekosisteminin bozan, biyolojik çeşitliliğin azalmasına ve belli bir derinlikten sonra hayatın bulunmamasına sebep olan en önemli faktör Karadeniz’e kıyıdaş olan Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya, Gürcistan ve Türkiye’deki nehirler olduğu bilinmektedir. Özellikle Tuna, Dinyeper, Dinyester ile Azak Denizi vasıtasıyla Don ve Kuban nehirleri ile ülkemizden Sakarya, Kızılırmak, Yeşilırmak ve Çoruh nehirleri ile Avrupa’dan Karadeniz’e dökülen birçok nehir kirliliğin en önemli sebebidir. 1994 yılında The Washington Post’ta çıkan bir haberde Karadeniz’deki kirlenmeye dikkat çekilmekte ve şunlar ifade edilmektedir: ’’Karadeniz Havzası’nda yerleşik yaklaşık 160 milyon insanın ürettiği büyük miktarlarda fosfat, inorganik azot, petrol, civa ve DDT için bir çöplük olmuştur.’’  Karadeniz’in Marmara’ya nazaran 25-60 santimetre daha yüksekte olduğu da bilindiğine göre bu durumda İstanbul Boğazı’nda Karadeniz’den Marmara’ya akan suların meydana getirdiği kirlilik ne kadar fazladır değil mi? Kıyıdaş ülkelere Karadeniz’i artık kirletmeyiniz diyebilecek misiniz? Ayrıca Marmara Denizi’nin ilk 25-30 metresi Karadeniz’e, alt kısımları da Akdeniz’e ait sulardır. Prof.Dr. C. SAYDAM Kanal İstanbul’un Karadeniz’e Olası Etkileri adlı makalesinin de mutlak dikkatle okunması salık veririm.’’ Kanal İstanbul’un Marmara’yı yaşanmaz bir atmosfere sokacağı kesin. Bu belki de İstanbul’un benim tabirim ile de İsyanbul’un giderek çekilmez ve de çözümlenemez hale gelen problemlerinin de sonu olabilir. Nedeni de basit. İnsanlar devamlı hidrojen sülfür kokan bir yerde yaşamak istemeyecektir. Problemler keşke burada bitse. Diyelim yaptınız ve yeni bir adayı meydana getirdiniz. Kanalı bir drenaj kanalı olarak düşünün. Halen Istranca dağlarından beslenen akiferlerin kaynağı ile akiferlerin arasına bir set çektiniz mi. Bu adanın akiferleri nasıl beslenecek. Tatlı su gelmeyeceğine göre buraya gelecek su deniz suyu olacak. Bir başka değişle bu yeni adanın yer altı suyu diye bir konu zaman içerisinde kalmayacak ve sürekli olarak borular ile taşınan suya mahkûm olacak. Yani dışa bağımlı olacak. Bir boruda meydana gelecek aksaklık yaşayanları susuz bırakacak. Peki, bu adada yaşayanların atık suyu ne olacak. Toplayıp arıtıp Karadeniz’e atsanız hemen Boğaza girecek. Toplayıp Marmara’ya verseniz zaten orası yeni kanalın yükü ile oksijensiz kalacak ilave her yük onu daha da hızla oksijensizliğe itecek. Bu halen yapımı süren kirli Ergene Nehri sularının arıtılsa dahi Marmara’ya verilmesi gibi bir olgu. Hesapsız kitapsız kirli suları Marmara alt tabakasına vermek. Peki ne kadar yük kaldıracak burası. Zaten doğal yapısı ile oksijeni yok oldu olacak. Bir de onca ilave yük.’’ Prof. Dr. D.Tolunay bu konuda çok kararlı ifadelerle projenin yanlışlığını ortaya koymaktadır.’’Umarım yapılmaz. Çünkü İstanbul’un geleceğini etkileyecek bir proje. Mega projeler olarak bilinen projelerin içerisindeki belki de İstanbul’da en fazla tahribat verecek projelerden birisi. Aklınıza ne gelirse her türlü koşulda olumsuz etkileri var. Örneğin; 2-3 bin hektar civarında tarım alanı yok olacak, az da olsa orman alanı gidecek. Kanalın geçtiği yerlerde eğer drenaj iyi yapılmazsa, kanalın geçtiği yerler çok iyi izole edilmezse, betonla kaplanılmazsa yer altı sularının tuzlanma riski var. Çok yüksek miktarda hafriyat çıkacak. Aşağı yukarı 1.2 milyar metreküp civarında hafriyat çıkacağı öngörülüyor. Bu hafriyatla Karadeniz’de dolgu yapılacak. Bu dolgu sırasında toprağın dibe çökerek deniz canlılarına zarar vermesi, deniz tabanında yaşayan bitkilerin üzerini kaplaması, balıkların solungaçlarını tıkaması gibi olumsuzluklar gelişebilir. Karadeniz’in Marmara’ya gelmesi sonucunda Marmara Denizi’ne olumsuz etkileri olacak. Olumlu etkilerini göremiyorum, gerekçesi çare olur mu bilmiyorum. Boğaz’a bir alternatif oluşturuluyor ama Montrö Sözleşmesi gereğince zaten ücret ödemeden geçtikleri bir yerden ücret ödeyerek geçerler mi tabii zorlayamazsınız. Bu nedenle çok doğru bulmuyorum ve çok riskli. Çünkü kanalın genişliği en üst tarafta bir yamuk kesidinde tabanda 250 metre, yukarıdan 360 metre. Boyu 150 metrelere varan tankerlerin herhangi bir tanesinin kaza yapması halinde kanalın tamamen tıkanması ve çevresini olumsuz olarak etkilemesini hatta kanalı tıkadığı zaman suyun akışının kesilerek çevrenin su basması riski var. Yine oradan geçecek doğalgaz ya da petrol tankerleri gibi herhangi bir kaza anında çok yakınındaki yerleşim alanlarına olumsuz etkileri olabilir, kaldı ki bu da açıklandı. Çünkü kanalın çok yakın çevresine önce 1 milyon diye açıklanan sonrasında 500 bin kişiye düşürülen yerleşim alanları oluşturulacak. Dolayısıyla Boğaz’da bulunan kaza riski kanalda da var, çok yakın olacağı için buradaki insanların da olumsuz olarak etkilenmesi mümkün.’’

Böylesine ciddi projeler yapılırken göz önünde bulundurulması gereken iki önemli husus vardır. Birincisi ülkenin ekonomik, sosyal, kültürel menfaatleri ve uluslararası ilişkilerde ülkenin zarar görmemesidir. İşte meseleyi bu iki açıdan değerlendirdiğimizde hazırlanan ilk ÇED raporu ile yukarıda bilimsel olarak anlatmaya çalıştığım ve de değerli bilim adamlarının görüşleri dikkate alınmalıdır. Netice itibariyle:

1.İzostatik dengeyi alt üst edecek bu proje 7 ve üzerinde meydana gelecek Büyük Marmara depremini tetikleyecektir. Kapitalizmin bu ülkeye yaptığı bir kötülük daha hayata geçirilmeden mutlak surette önlenmelidir. Sn. Cumhurbaşkanı’nın şu sözü burada da doğrulanmıyor mu? “Bu kapitalizm nelere muktedir; Orman morman ne varsa kesip atıyor, doğa ne olmuş umurunda değil!”

2.Panama ve Süveyş kanalları ile mukayese edilerek hazineye yılda 8 milyar dolar kazanç getireceğini ve kanalın 5 yılda kendisini finanse söylemek gerçeklerden çok uzak bir düşüncedir. Yaklaşık 36 yılda bitirilen Panama Kanalı’ndan günde tahminen 40 gemi geçmekte (yılda 14.000 gemi) ve elde edilen gelirin 1,5 milyar dolar ve 10 yılda tamamlanan Süveyş Kanalı’ndan yılda geçen gemi sayısının 54 (yılda 20.000 gemi) ve elde edilen gelirin de 4-5 milyar dolar olduğu bilindiğine göre, böylesine afakî rakamlarla toplumun aldatılmasının manası nedir? İstanbul Boğazı’ndan geçen ticari gemiler çok az bir ücretle geçerken niçin daha fazla para vererek bu kanalı kullansınlar? Montrö sözleşmesinde yer alan 1936 tarihli geçiş ücretlerinin günün şartlarına göre her yıl artırılması akılcı bir çözümdür. Diğer taraftan yeni kanaldan geçiş konusunda Türkiye yeni ve sıkıntılı bir durumla karşılaşabilir.

3.Proje bittiğinde maliyet bugün açıklanan 75 milyar TL’nin 2-3 katı olduğu takdirde bu ücret nasıl ödenecektir? Hazine boşalacak halk yine milli gelirden pay alamayacak ve daha da fakirleşecek midir? Bu projenin hangi gayeye hizmet edeceği tartışmaya meydan bırakmayacak şekilde halka açıklanmalıdır.

4.1,5-3 milyon dolar arasında satılacak olan konutları acaba kimler alacaktır? Memur, işçi, emekli esnaf, asker, gaziler, şehit yakınları, garibanlar ve öğrenciler alamayacağına göre… Gerçekten yine Arap ülkelerinin zenginleri mi alacaktır? Bilimsel verilerin ışığı altında sizleri şimdiden uyarıyorum İstanbul’u işgal hareketinizin sonu hüsranla bitebilir.

5.Bu projenin hayata geçirilmesi için ülkenin nabzını elinde tutan bütün kuruluşların fikrinin mutlak şekilde olumlu olması şarttır. Bir tek aksi düşünce üzerinde gerekirse yıllarca düşünmek gerekir. Basından öğrendiğimiz kadarıyla DSİ’nin bu kanalın yapılmamamsı konusunda ciddi 2 rapor verdiğidir. Şayet bu doğru bir haberse hiç kimsenin ya da kuruluşun bu proje yapılacaktır diye konuşma hakkı bulunmamaktadır.

Görüldüğü gibi bu kanalın ne ülkeye ne de İstanbul’a rahat nefes aldıracak neticeleri görülmemektedir. Bu sebeple 17 yıl önce dünyanın en büyük 17. Ekonomisi durumundaki Türkiye birçok sebepten dolayı 2019 yılında dünyanın 20. Büyük ekonomisi durumuna düşmüştür. Hayal ve bunlara bağlı söylemler neydi? 2023 yılında dünyanın en büyük 10. Ekonomisi olmak. Ama olmadı. 10 yıl sonra ekonomi böyle seyrettiği takdirde daha da alt seviyelere düşmemiz mümkün olabilir mi?

Bugün için dünyanın 20. Büyük ekonomisi durumunda bulunan Türkiye, 749 milyar dolar GSYH’sı, kişi başına düşen 9.093 dolar milli geliri, %13,8 resmi,  %19,5 geniş işsizlik oranı, %10,56 enflasyon oranı (halkın enflasyon tahmini %30-35 arasındadır), bütçe dengesinin / GSYH’ nın -%2,9, dış ticaret dengesinin de -14 milyar dolar (mahfiegilmez.com/p/gostergeler.) olduğu bir ekonomik tablodan kurtularak daha iyi bir tabloyu halkına sunmak istemektedir (IMF’nin Ekim 2019 değerlendirmesinde GSYH 743,7 milyar dolar, kişi başına düşen milli gelir 8.960 dolar olarak gösterilmiştir). Tablonun iyileştirilmesi için daha başlangıç noktasında böylesi ciddi tartışmalarla zaman geçirileceğine üretime yönelik, istihdamı artırıcı, enflasyonu düşürecek ve de hukuk devletinin güçlendirilmesi için tedbirler alınması gerekmektedir.

Sayın Cumhurbaşkanı şu sözleriniz olmadı, gerçekten olmadı. ’’Yani bunu herhangi bir yerden George, Hans vesaire gelip almaya kalksa herhalde kimsenin sesi çıkmaz. Yani Katar Emirinin annesi böyle bir alım yaptığı zaman niye rahatsız oluyorlar? Kaldı ki aynı şekilde Katar Emirinin kendisinin zaten bizde aldığı yerler var. Yani biz bu kapılarımızı açmışız.’’ Ne var ki, tesadüfe bakın alınan yerler Kanal İstanbul’un geçtiği yerler değil mi? Bu topraklarda yaşayanların istediği nedir? George’a da, Hans’a da Katar’lılara da, Arap’lara da, ABD’lilere de, AB’lilere de, Rus’lara da ne toprak ne de gayrimenkul satılmadan, bu güzel ülkeye hiç kimse ortak edilmeden hür ve refah içinde yaşamaktır. Bunu hayata geçirecek siyasi bir güce sahip olduğunuz da bilinen bir sonuçtur.

Son olarak söylenmesi gereken şudur: Kanal İstanbul’u hayata geçirmek için gayret gösterenlere bir vatandaş olarak önerim, Türkiye 5 trilyon dolar GSHY’ya ve kişi başına düşen 45.000 dolara bugün sahip olsa dahi lütfen bu projeyi gerçekleştir meyiniz. Çünkü bilimsel, teknik ve uluslararası tehlike çok büyük…

https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/istanbul-a-kanal-yapmak-bilimsel-bir-netice-midir


***

KANAL İSTANBUL PROJESİNİN MONTRÖ BOĞAZLAR REJİMİNE OLASI ETKİLERİ,


KANAL İSTANBUL  PROJESİNİN MONTRÖ BOĞAZLAR REJİMİNE OLASI ETKİLERİ, 

KARADENİZ’DE JEOPOLİTİK BİR ÇILGINLIK MI ?

Yazan  Doç. Dr. Bülent Şener 
19 Aralık 2019

21 YÜZ YIL ARAŞTIRMA MERKEZ.
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi,


Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile birlikte Marmara Denizi’ni de kapsayan ve ilgili uluslararası düzenlemelerde “Türk Boğazları”[1] kavramıyla ifade edilen Asya ve Avrupa arasındaki dar suyolu Boğazlar, gerek jeopolitik ve jeostratejik, gerekse uluslararası deniz ulaşımı açısından ilk çağlardan başlayarak günümüze kadar tarihin her döneminde önemini koruyarak, devletler arası mücadelelere, konferanslara ve antlaşmalara konu teşkil etmiştir.

Kıtalar arası bir merkez olarak Asya ile Avrupa’yı coğrafi olarak birbirine bağlayan, uygarlıkları birleştiren jeopolitik ve jeokültürel bir köprü niteliğiyle dünyanın en önemli su yollarından biri olan Boğazlar, bu önem ve değerinden dolayı tarih boyunca bölgeye egemen olmak isteyen güçlü devletlerin en önemli hedefi iken, onu elinde tutan devletin/devletlerin ise en önemli politika aracı olmuştur. Tarih içerisinde olduğu kadar günümüzde de siyasi, askeri, ekonomik, jeopolitik ve jeostratejik önemini hiçbir şekilde yitirmemiş olan Boğazlar, Karadeniz’e kıyısı bulunan devletler ile Akdeniz’e kıyısı bulunan devletler arasında hayati bir bağ oluşturduğu gibi, bölgeye egemen olmak isteyen güçlü devletler açısından da dünya politikasındaki dengelerin belirlenmesi, sürdürülmesi ve değiştirilmesi noktasında da belirleyici bir niteliğe sahip olmaya devam etmektedir.

Uluslararası politikada kara ve deniz güç merkezlerinin etkileşim ve mücadelesinde Türkiye’nin sahip olduğu kıtalararası jeopolitik konumun özgün bir unsurunu teşkil eden Türk Boğazları’nın coğrafi mukadderatın değişmezliği prensibine bağlı olarak her dönem önemini muhafaza etmesi, onu 21. yüzyılda da dünya politikasındaki siyasi ve askeri dengelerin belirlenmesi, sürdürülmesi ve değiştirilmesi noktasında belirleyici yapmaya devam etmektedir. Bu gerçekliğe rağmen, Boğazlar’ın geçiş güvenliğini ve Türkiye’ye bir takım ticari ve turistik menfaatler sağlama argümanından yola çıkarak, İstanbul Boğazı’na alternatif bir suyolu yaratma mantığıyla 2011 yılında gündeme getirilen “Kanal İstanbul” projesi (popüler adıyla “Çılgın Proje”), hayata geçmesi durumunda Montrö Boğazlar rejiminin geleceğine ilişkin çok ciddi siyasi, hukuki, askeri, jeopolitik/jeostratejik riskleri de beraberinde getirecek bir girişim olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Orta ve uzun vadede Montrö Boğazlar rejiminin ortadan kalkmasına yol açacak değişikliklerin başlatıcısı olma ihtimali yüksek olan söz konusu proje, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD ile Rusya arasında Karadeniz’de yaşanan askeri ve siyasi mücadele dikkate alındığında, Türkiye’nin Boğazlar’da elde ettiği siyasi, hukuki, askeri, jeopolitik/jeostratejik kazanımların sürekliliğine negatif yönde etki ederek Karadeniz ve Karadeniz’deki güç dengeleri açısından radikal bir kırılma, istikrarsızlık ve askeri çatışma potansiyeli yaratacaktır. Bu yazıda, özgün bir jeopolitik etken olarak Boğazlar’ın Türk dış politikasında bir varlık, egemenlik ve güvenlik meselesi olarak önemine dikkat çekilerek, 21. yüzyılda küresel güç merkezleri arasındaki mücadelesinde Montrö Boğazlar rejiminin rol ele alınarak “Kanal İstanbul” projesinin bu rejim üzerinde yaratacağı riskler ve belirsizlikler tartışılacaktır.

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Montrö Boğazlar Rejimi, Karadeniz ve Büyük Güçler Türk Boğazları’nın jeopolitik, jeostratejik ve askeri bakımdan önemi, bir yandan, Asya ile Avrupa arasındaki bağlantıyı ve öte yandan Karadeniz ile Akdeniz ve oradan da okyanuslar arasındaki bağlantıyı sağlamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, Boğazlar’ı elinde tutan bir askeri kuvvet kara ve deniz harekâtları bakımından coğrafyanın sağladığı üstünlüğü kendi lehine kullanma imkânına sahip olacaktır (Pazarcı, 1986: 850-851). Boğazların, Doğu ve Batı arasında geçit olma formunu tarih boyunca korumasının nedenlerine dair yaklaşımlardan en çok kabul göreni Fransız tarihçi Renée Pinon’a aittir. Pinon, Boğazlar’ın zamanın değişen dengelerine rağmen önemini muhafaza etmesini coğrafi mukadderatın değişmezliği prensibine bağlar. Ona göre zamana ve mekâna bağlı olarak hukuk kaideleri değişebilse de coğrafi konumun sağladığı avantajlar ve sebep olduğu dezavantajlar sabittir. Pinon, bu gerçekliği şöyle ifade etmektedir: “Hukuk kaideleri değişebilir; kudret merkezlerini kader değiştirebilir; coğrafi mukadderat devam eder.” (Demirkıran, 2007: 1). Tarihen sabittir ki, Boğazlar’ı kontrol altında tutan her devlet sonunda Karadeniz üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmıştır. Gerçekten de Boğazlar’ın iki tarafındaki ana topraklara hükmeden devletler, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu örneklerinde görüldüğü gibi bunu başarmıştır (Bostan, 2000: 1).

Boğazlar gerek jeopolitik, gerek stratejik ve gerekse uluslararası deniz ulaşımı açısından önemini ilk çağlardan başlayarak günümüze kadar tarihin her döneminde koruyarak, devletlerarası mücadelelere, konferanslara ve antlaşmalara konu teşkil etmiştir. Boğazlar, konumları gereği özel sözleşmelerle düzenlenmiş boğazlardandır. Sınırlar açısından ulusal boğaz özelliği gösterse bile, bir anlaşmanın konusunu oluşturmalarının yanısıra, yarı kapalı bir deniz olan Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin açık denizlere ulaşmalarında tek yol olması nedeniyle Boğazlar uluslararası boğaz özelliğine sahiptir. Boğazlar’ın bugünkü geçiş rejimi/hukuki statüsü 20 Temmuz 1936’da imzalanan “Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi”yle belirlenmiştir.

“Montrö Boğazlar Sözleşmesi”yle Boğazlar ad hoc geçiş hakkı (amaca özel geçiş rejimi) diye nitelendirilebilecek bir geçiş rejimine bağlı kılınmıştır (Pazarcı, 2006: 271). Bu çerçevede “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin asıl amacı kıyı devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarını saklı tutmakla beraber uluslararası deniz ticaretinin gereklerini ve yararlarını bu haklarla bağdaştırmaktır. Yani, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”yle Boğazlar’dan yeni bir geçiş rejimi kabul edilmiş, bu yeni rejimin uygulanması ve denetimi sorumluluğu Türkiye’ye verilmiştir. Yine bu sözleşmeyle, Boğazlar’ın savaş gemileri tarafından kullanılmasında, Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını gözeterek, Karadeniz’e kıyısı olmanın yararına ayrıcalıklar da içermiştir. Bu şekildeki ayrımlar sayesindedir ki Türkiye kendi güvenliğini sağlamıştır. Şayet “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” olmasaydı, herhangi bir savaş tehlikesinde Türkiye, Boğazlar’dan geçecek savaş gemilerini engelleyerek güvenliğini sağlayamayacaktı. Yine bölgedeki herhangi bir savaş durumunda Türkiye tarafsızlığını sağlayamaz, büyük devletlerin büyük savaş gemilerini Karadeniz’de bulundurma hakkı doğar ve bu durum hem bölge ülkelerini olumsuz etkiler hem de Türkiye’nin değişik baskılar altında kalmasına yol açardı. Bundan dolayı “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” Boğazlar bölgesinde barış ve güvenlik içinde gerekli dengeyi sağlayan önemli bir mihenk taşıdır (Tosun, 1994: 111-112).

“Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin uygulamaya konulmasından sonra, gerek İkinci Dünya Savaşı sırasında, gerekse Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarında Boğazlar’la ve mevcut statüsünün değiştirilmesiyle en çok ilgilenen, isteklerde bulunup sorunlar ve bunalımlar yaratan yine Rusya yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği (SSCB) olmuştur. SSCB’nin Boğazlar konusundaki isteklerine ve Türkiye’nin bu konudaki yalnızlığına ilk başlarda kayıtsız kalan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Sovyet yayılmasının Orta Avrupa’dan Doğu Asya’ya kadar tehlikeli bir durum meydana getirmesi üzerine 1947’den itibaren dış politikasında genel ve önemli değişiklikler yapmaya başlamıştır ki, bunun ilk işaretlerini Boğazlar konusunda Türkiye’ye yaklaşarak göstermiş ve SSCB’ne bir nota göndererek Boğazlar üzerindeki Sovyet isteklerini reddettiğini belirtmiştir. Benzer şekilde, İngiltere tarafından Rusya’ya verilen nota da Boğazların statüsünün ilgili devletlerin tamamının görüşüyle belirlenmesi gerektiği dile getirilirken, Fransa hükümeti de Montrö’nün değiştirilmesinin ilgili devletlerin katılımıyla yine uluslararası bir konferansla yapılması gerektiğini taraflara duyurmuştur (Özçelik, 2013: 1100, 1106-1107). Böylece Soğuk Savaş döneminin hemen başlarında Batı Bloğu’nun lideri ABD, Boğazlar’ın statüsünden doğan sorunların içerisine resmen ve fiilen girmiş, önceleri İngiltere’nin bölgede oynadığı rolleri üstlenerek onun yerini almıştır (Uçarol, 1994: 188-192). Aslına bakılırsa, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” yapıldığı 1936 yılından beri imzacı devletlerin sözleşmede yer alan değiştirme ya da fesih hükümlerini işletmeye kalkışmadan sürdürdükleri bir düzenlemedir. Sözleşme’nin değiştirilmesini isteyen tek imzacı devlet SSCB olmuş, o da 1939, 1945 ve 1946’da bu isteğini Türkiye’ye bildirmesine rağmen sözleşmenin değiştirilmesi ile ilgili hükümleri işletmeye çalışmamıştır (Özçelik, 2013: 1094-1103). Dolayısıyla SSCB’nin anılan tarihlerdeki girişimlerini yalnızca bir siyasal girişim olarak nitelemek mümkündür (Gürel, 1993: 45).

SSCB’nin 1991’de dağılması ve yerini Rusya Federasyonu’na bırakmasıyla birlikte, Soğuk Savaş sonrası yaşanan bölgesel değişikliklerin etkisiyle başta ABD olmak üzere büyük devletlerin bölgeye ilgileri fazlasıyla artmıştır. ABD, genel olarak Rusya Federasyonu’nun askeri hareketlerini kontrol altında tutmak, özel olarak da İran’a karşı olası bir askeri harekât için Karadeniz’i, askeri üs, radar istasyonları ve casus uçaklarıyla izleme merkezi olarak düşünmektedir (Koçer, 2007: 199). Bu çerçevede, Avrasya ve dünyanın diğer bölgelerindeki enerji kaynaklarını ve ulaşım güzergâhlarını kontrol etmek ve toparlanan Rusya’yı yeniden çevrelemek/dengelemek için Karadeniz’de askeri ve siyasî olarak yer almak isteyen ABD’nin Karadeniz’deki dolayısıyla “Boğazlar Bölgesi”nde askeri varlığını arttırmasındaki en büyük engellerden biri “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”dir. ABD, Karadeniz’de konuşlanma stratejisini hayata geçirmek maksadıyla Avrupa’da bulunan üslerini Kafkaslar ve Orta Asya’ya kaydırmaktadır.  Bunun önemli bir ayağı da, Bulgaristan ve Romanya ile 2005 yılının Nisan ve Aralık aylarında imza edilen üs kurmaya dair çerçeve anlaşmalarıdır. Aynı zamanda açık kaynak verileri vasıtası ile kamuoyunun gündemine gelen Karadeniz’de deniz üsleri kurma niyeti bilinen bir durumdur. Böylelikle NATO’nun (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) Karadeniz etkinliğinde nihai amaca dönük adımlar atılmıştır (Bükülmez ve Küpeli, 2007: 196).[2]

ABD’nin Boğazlar’a ve Karadeniz’e ilgisi ve bunun karşısındaki engeller konusunda en çarpıcı ve tartışma yaratan gelişmeler ise Güney Osetya Krizi sırasında yaşanmıştır. Nitekim, Ağustos 2008’de Rusya Federasyonu ile Gürcistan arasında patlak veren Güney Osetya Krizi bunun açık işaretlerinden birini vermiştir. Kriz sonucu çıkan silahlı çatışmalar ve çatışmaların sona ermesinden hemen sonra ABD’nin Gürcistan’a yardım etmek üzere harekete geçmesi, Türkiye’yi, Karadeniz’i kullanarak Gürcistan’a gitmek isteyen ABD savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçişi bağlamında bir krizin ortasına sürüklemiştir. Zira, ABD’nin Boğazlar’dan geçirerek Gürcistan’a sevk etmek istediği savaş gemileri tonaj açısından Montrö’yü ihlal etmekteydiler.[3] ABD, Montrö’den kaynaklanacak engelleri aşabilmek için, önce, Türkiye’nin ilgili Montrö hükümlerini tam olarak uygulama konusundaki iradesini sınamıştır. Bu noktada, bazı Amerikan düşünce kuruluşlarının, Türkiye’nin temkinli davranışına ve 1 Mart 2003 tezkeresine gönderme yaparak, bir anlamda Türkiye’nin iyi bir müttefik olarak üzerine düşeni geçmişte de yapmadığını gündeme getirmeleri dikkat çekmiştir. Türk yetkililer ise, Montrö’den taviz verilmesinin söz konusu olmadığı yönünde kararlı bir duruş sergilemiştir. Diğer taraftan, savaş gemilerinin tonajının yanında, geçiş için önceden yapmaları gereken bildirim konusu da bu konudaki tartışmaların bir başka boyutunu oluşturmuştur. ABD’nin talebinin, Karadeniz’e kıyısı olmayan bir devletin savaş gemilerinin olağan geçişi ile mi, yoksa Montrö’de yer alan spesifik olarak insani amaçlı savaş gemilerinin geçişi ile mi ilgili olduğu belirsizdi. Rusya Federasyonu, tonaj sorununu daha küçük savaş gemileriyle çözen ABD tarafından Gürcistan’a gönderilen gemilerde insani yardım malzemesi olduğuna inanmıyordu. Fakat, Montrö hükümleri, barış zamanında savaş gemilerinin kargolarını sorgulama ya da gemiye çıkarak kontrol etme hakkını Türkiye’ye tanımadığı için, Gürcistan’a giden ABD savaş gemilerine şüpheyle yaklaşan Rusya Federasyonu bu geçişlerden duyduğu rahatsızlığı ortaya koymuş olmakla beraber, gemilerin yükü konusunda Türkiye’yi herhangi bir ihmalle suçlamaktan kaçınmıştır (Özersay, 2013: 821-823).

Sonuç olarak bakıldığında, Rusya Federasyonu–Gürcistan–ABD üçgeninde şekillenen Güney Osetya Krizi, Montrö’ye bağlı olarak Türkiye’nin ABD tarafından sınanmasında ve Karadeniz havzasında gelecekte ortaya çıkabilecek krizlerde Türkiye’nin Montrö’ye dayanarak hareket etmesinin önemi konusunda Türkiye açısından öğretici olmuştur. ABD’nin bu güne kadar gayri resmi ağızlardan, Sözleşme’nin değiştirilmesi yönünde taleplerini dile getirmesi, şimdilik Türkiye’nin ve Rusya’nın tepkilerini ölçmeyi amaçlamaktadır. Yani artık, Soğuk Savaş sonrası dönemde Sözleşme’nin değiştirilmesi konusunda en yoğun istek ve baskı Sözleşme’nin imzacısı olmayan ABD’den gelmektedir. Bu nedenle gelecekte ABD’nin jeopolitik, jeostratejik ve askeri çıkarları doğrultusunda Sözleşme’nin değiştirilmesi yönünde daha etkili girişimlerde bulunabileceği ihtimali karşısında Türkiye’nin her zaman hazırlıklı olması ve mevcut statükoyu kendi aleyhine bozacak her türlü girişime ve isteğe şiddetle karşı çıkması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, Boğazlar aracılığıyla Karadeniz günümüzde küresel güçlerin savaş gemilerini ancak katı kurallara tabi olarak sınırlı sayıda sokabildiği tek deniz konumundadır ve Rusya için Boğazlar’ın önemi tarih boyunca hiç azalmamıştır. Bu bakımdan Boğazlar Rusya’nın jeopolitik açıdan herzaman yumuşak karnını oluşturmaktadır ve bu nedenle Boğazlar’daki herhangi bir statüko değişikliğine Rusya’nın kayıtsız kalması mümkün gözükmemektedir. Böylesi bir jeopolitik, jeostratejik ve askeri avantaj Türkiye’nin Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra çatışmaya girmeden güç dengelerini ve uluslararası konjonktürü iyi analiz ederek diplomasi yoluyla elde ettiği en büyük kazanımdır ve bundan dolayı çok değerlidir.

Kanal İstanbul Projesi’nin Montrö Boğazlar Rejimine Olası Etkileri
“Kanal İstanbul” ya da kamuoyunda bilinen adıyla “Çılgın Proje” olarak basına yansıyan ve İstanbul’un batısındaki topraklar üzerinde Marmara Denizi ile Karadeniz’i birleştirecek bir kanal açma projesi olarak Nisan 2011’de dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından kamuoyuna ilan edilen alternatif suyolu projesi, sadece astronomik bütçesi ve doğuracağı çevresel etkiler nedeniyle değil, bundan çok daha da önemli olarak “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin kurduğu geçiş rejimine olası etkileri bağlamında siyasi, hukuki, jeopolitik ve jeostratejik yönleriyle tartışılması gereken bir projedir. “Boğazlar’ın geçiş güvenliğini sağlamak” argümanına dayanılarak İstanbul Boğazı’nın ulaşım ve ticaret yoğunluğunu azaltacak alternatif bir suyolu yaratma mantığına dayanan ve 64., 65. ve 66. hükümet programlarında yapımı ve işletilmesiyle ilgili olarak gerekli yasal düzenlemenin ve çalışmaların yapılacağı belirtilen proje, hayata geçmesi durumunda Türkiye’ye sağlayacağı iddia edilen bazı ekonomik yararların ve hukuki hakların yanında, Boğazlar’daki geçiş rejiminin geleceğine ilişkin çok ciddi siyasi, hukuki, askeri, jeopolitik ve jeostratejik riskleri de beraberinde getirmektedir.

Projeyi makul gösterme çabasıyla ortaya atılan bütün ekonomik ve politik argümanlara rağmen (ki bunların üzerinde etraflıca düşünüldüğü ve tartışıldığı şüphelidir), özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana Karadeniz’de yaşanan askeri ve siyasi gelişmeler çerçevesinde ABD ile Rusya arasında yaşanan mücadele dikkate alındığında, söz konusu projenin Türkiye’nin “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”yle Boğazlar’da ve dolayısıyla Karadeniz’de elde ettiği siyasi, hukuki, askeri, jeopolitik ve jeostratejik kazanımların sürekliliğine ne yönde etki edeceği belirsizdir ve bu yönüyle çok ciddi riskler taşımaktadır. Bu bağlamda, projenin bilimsel, tarihsel ve jeopolitik gerçekliklerle ne kadar örtüştüğünü anlayabilmek için, onu ortaya koyanlar ve savunanlar açısından aşağıdaki soruların cevaplanması kaçınılmazdır:

1) Dünyada mevcut doğal ve işleyen bir boğaz var iken buna paralel, insan yapısı, alternatif bir kanal örneği var mıdır?

2) Ortalama 150 metre genişlikte ve 25 metre derinlikte olacağı öngörülen, bu haliyle Boğaziçi’nden çok daha dar olan ve ana amacı “Boğazlar’ın geçiş güvenliğini sağlamak” olarak ifade edilen kanalın kazaları önlemesi ve olası kazalarda müdahaleye daha elverişli olması mümkün müdür?

3) Projenin gerçekleşmesi durumunda “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”ne olası etkileri ve bu bağlamda Boğazlar’ın jeopolitik, jeostratejik, siyasi, askeri ve hukuki bütünlüğünü bozacak bir sürecin başlatıcısı olarak Türkiye’nin mevcut kazanımlarını kaybetmesine yol açabileceği konusunda gerçekçi bir değerlendirme yapılmış mıdır? Bu ve benzeri konular Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere konunun muhatabı ve uzmanı ilgili çevrelerle istişare edilip bir politika belirlenmiş midir?

4) “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”ne göre ticaret gemilerinin vergi ve harçlar dışında Boğazlar’dan geçiş ücreti ödemeden geçme hakkı söz konusu iken, tankerler ve diğer ticaret gemileri paralı hizmet verecek olan bu kanala hangi hukuki gerekçeyle yönlendirilebilecektir? Bu bağlamda yeni kanalın statüsü nedir ve uluslararası topluma nasıl kabul ettirilecektir?

5) “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”ne göre Boğazlar’dan geçmek konusunda belirli nitelikleri ve şartları taşıması gereken askeri gemilerin dışında kalan gemilerin bu kanaldan geçip geçemeyeceği ve bunun “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”ne etkileri ve Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin bu yeni durum karşısında ortaya koyacağı siyasi, askeri ve hukuki tepkiler karşısında Türkiye’nin yeterli hukuki dayanağı ve siyasi gücü var mıdır?

Bu ve benzeri soruların projeyi ortaya koyanlar ve onu savunanlar açısından ne kadar düşünüldüğü, önemsendiği ve istişare edildiği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, projenin ortaya konulurken son 200 yılda Boğazlar’dan geçişi düzenleyen rejimlerin Türkiye açısından hayati önem taşıyan normlarının görmezden gelindiği ve salt hukuki ya da salt siyasi argümanlarla meselenin ele alındığı görülmektedir.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, coğrafyanın uluslararası ilişkilerde bir koz olarak kullanılması, yani edilgenlikten çıkarılıp etken bir güç haline dönüşmesi, sahip olduğunuz coğrafi kozunuzu kullanabileceğiniz çerçeveyi belirleyen rejimler sayesinde mümkün olabilmektedir. Meseleye bu şekilde bakıldığında, Boğazlar’ın jeopolitik ve jeostratejik önemi başkalarının bu yöndeki tasarımlarından kaynaklanırken, bu önemin bir koz olarak kullanılması ancak Boğazlar’dan geçişi düzenleyen rejimler üstünde söz sahibi olmakla mümkündür (Akgün, 1994: 213-214). Tüm rejimlerin üstüne oturduğu prensip adil olmalarıdır. Ancak, adalet güçle orantılı olduğu için adil olmamaları ancak güçlü devletler tarafından iddia edildiğinde önem kazanır. Dolayısıyla rejimi uygulama sorumluluğunu elinde bulunduran devletin ya da otoritenin, rejimi kendi çıkarları için kullanırken güç dengelerindeki dalgalanmaları doğru hesaplaması gerekmektedir (Akgün, 1994: 214).

Yakın geçmişte Boğazlar’dan geçişi düzenleyen rejimler üç temel norma bağlı olmak durumunda kalmıştır. Bunlardan ilki, Türkiye’nin güvenliğidir. Türkiye’nin güvenliğini sağlamayan bir rejimin uzun dönemde işleyebilmesinin mümkün olmadığının en iyi kanıtı Lozan Boğazlar rejiminin 13 yıl içinde değişmiş olmasıdır. “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” bu açıdan Türkiye’nin güvenlik gereksinmelerine tam anlamıyla olmasa da uzun yıllar cevap verebilmiştir ve hâlihazırda bu durum devam etmektedir. Boğazlar’dan geçişi düzenleyen rejimlerin ikinci temel normu ise geçiş serbestisinin kullanımıyla ilgilidir. “Küçük Kaynarca Antlaşması”ndan (1774) başlayarak ticaret gemilerine tanınan geçiş ayrıcalığı, savaş gemileri için birkaç istisna dışında genel bir kural olarak tanınmamıştır. Bir başka deyişle, geçiş serbesti tarihsel olarak ticaret ve savaş gemileri için ayrı ayrı düzenlenmiştir ve aynı ayrım günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Bu çerçevede, Türkiye’nin muharip olduğu savaş zamanında ve “kendini pek yakın bir harp tehdidine maruz saydığı durumlar” dışında, ticaret gemilerinin “bayrak ve yükleri ne olursa olsun” serbest geçiş hakkından faydalanmaları öngörülmüştür. Savaş gemilerinin geçişi ise Türkiye’nin ve Karadeniz’e kıyıdaş olan devletlerin güvenliğini sağlamak amacıyla gerçekçi bir biçimde kısıtlanmıştır. Bununla bağlantılı olarak Boğazlar rejimlerinin üçüncü temel normu da Karadeniz–Akdeniz dengesinin korunması olmuştur. Tarihsel süreçte bu denge 1918’e kadar geçiş serbestisinin tanınması yoluyla sağlanılmaya çalışılmış, 1923’ten başlayarak dengenin kısıtlamalar yoluyla korunması prensibi üstünde anlaşılmıştır. Bugün ise bu denge, Türkiye’ye “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”yle tanınan ve aslında hukuksal açıdan 1936’dan beri çeşitli tartışmalara konu olan takdir hakkıyla sağlanmıştır. Dolayısıyla, Karadeniz güvenliğinin anahtarı Türkiye’nin eline geçmiştir (Akgün, 1994: 214-215).

Genel durum böyle iken ve jeopolitik ve jeostratejik açıdan Türkiye sağladığı kazanımlar ortadayken, “Kanal İstanbul” projesiyle birlikte Boğazlar kozunun kullanım biçimi 75 yıl sonra ilk defa geleneksel kullanımdan önemli bir sapma gösterme eğilimine girmiş durumdadır. Zira, iki yüz yıldır Karadeniz–Akdeniz dengesindeki anahtar konumundan faydalanan Türkiye, kozunu kullanırken kendisine bu avantajları ve kozları sağlayan Boğazlar rejimini ortadan kaldırmak istemektedir. Bu gerçeklik ve projeyi ortaya koyanların ve savunanların genel argümanları AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidarının politikalarına yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak gazetesinin 14 Şubat 2014 tarihli sayısında şu şekilde ifade edilmektedir: “Türkiye, Montrö Anlaşması’ndaki kısıtlamalar nedeniyle 28 yılda İstanbul Boğazı’ndan geçen gemilerden elde edeceği 10 milyar dolar gelirden mahrum kaldı. Kanal İstanbul projesi tamamlandığında, Montrö by–pass olacağı için kasamıza yılda 8 milyar dolar girecek. Çılgın proje, ‘Kanal İstanbul’ tamamlandığında, dünyanın en önemli ticari suyollarından biri Süveyş kanalından daha fazla kazanacak. Günlük 160 geminin geçiş yapması beklenen Kanal İstanbul projesi Montrö’ye tabi olmayacağı için Süveyş Kanalı gibi ton başına ortalama 5,5 dolardan fiyatlanabilecek. Süveyş’ten en fazla 150 dwt’lik gemiler geçebilirken Kanal İstanbul 300 bin tonluk gemiler için uygun olacak. …Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kanal İstanbul'la ilgili 'Süveyş’i sollayacak proje' diyerek verdiği önemi dile getirmişti. …Kanal İstanbul aynı zamanda, yeni bir uluslararası suyolu olması bakımından, bölgede kartları Türkiye lehine yeniden dağıtacak.” (Ünal, 2014).

AKP iktidarının izlediği öngörüsüz ve abartılı genel dış politikanın lafzına ve ruhuna son derece uygun olan bu popülist, oportünist, ayakları yere basmayan ve bir fanteziden ibaret olan bu argümanlarla yola çıkıldığında Türk dış politikasının Boğazlar’la ilgili olarak önümüzdeki dönemlerde karşılaşacağı riskler ve açmazlar “Kanal İstanbul” projesinin makul, tutarlı, gerçekçi, rasyonel ve güç dengelerini iyi hesap eden bir anlayış üzerine bina edilmediğini ortaya koymaktadır. Bir kere Boğazlar’da ve Karadeniz’de “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin hükümlerinin uygulanmasını imkânsız kılacak veya etkisini azaltacak bir statünün getirilmesi uluslararası ilişkilerin ve diplomasinin yalın kuralı “pacta sunt servanda” (ahde vefa) ilkesi gereği mümkün değildir. İstanbul Boğaz’ına paralel bir suyolu açılarak “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin içi boşaltılamayacağı gibi, Sözleşme’nin askeri bakımdan gözettiği Rusya da böyle bir duruma razı olmayacaktır (Oran, 2013).

İkinci olarak, “Kanal İstanbul”dan hangi tür gemilerin geçeceği ve buna kimin nasıl karar vereceği başlı başına bir sorun olarak ortada durmaktadır. Eğer sadece ticaret gemileri buradan geçiş ücreti dâhilinde istifade edeceklerse, Montrö’de belirlenen vergi ve harçlar dışında geçişin ücretsiz olduğu Boğazlar dururken bu gemiler hangi hukuki dayanakla ya da yöntemle “Kanal İstanbul”a yönlendirilebilecektir? Diğer taraftan, Ağustos 2008’deki Gürcistan Krizi’nde de (Güney Osetya Savaşı) görüldüğü gibi, ABD donanmasına bağlı oldukları için savaş gemisi statüsünde bulunan ve her biri “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nde öngörülen tonajın üstünde olan “hastane gemileri” “Kanal İstanbul”dan geçmek isterse ne olacaktır? Bu gibi durumlarda “evet” ya da “hayır” demek hem Türkiye’nin menfaatleri açısından hem de hukuksal ve siyasal açılardan mümkün olabilecek midir? Karadeniz’de güç kullanımına olanak verecek şekilde savaş gemisi yığılmasını önleme amacını da taşıyan ve bu özelliğiyle de neredeyse Karadeniz’i askeri açıdan kapalı bir deniz statüsüne getiren “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”ne aykırı olarak “Kanal İstanbul”un yaratacağı bu tür jeopolitik ve jeostratejik riskler karşısında Türkiye ne yapacaktır?

Uluslararası hukuk uzmanı Hüseyin Pazarcı’ya göre “Kanal İstanbul” projesiyle, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin getirdiği Karadeniz’in askeri açıdan kapalı bir deniz olma güvencesi belirsiz hale gelebileceği gibi, Türkiye’nin ABD ve AB gibi uluslararası güç odakları tarafından baskıya maruz kalacağı endişesini de ortaya çıkaracaktır. Uluslararası hukuka göre bir devletin kendi sınırları içinde bir kanal açması durumunda bunun kontrolünün tamamen kendisine ait olacağı ilkesini anımsatan Pazarcı’ya göre, savaş gemileri veya ticaret gemilerinin geçişi kanal sahibi ülkenin takdirindedir. Böyle bir serbest kullanım ortaya çıktığı taktirde Karadeniz için öngörülen silahsızlanma ilkesi ortadan kalkacak ve ABD gibi ülkeler “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin yumuşatılması baskısını arttıracaklardır. Hâlihazırda “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”ne dayanarak bu tür baskılara direnebilen Türkiye’nin, bu sözleşmeyi by–pass edecek olan “Kanal İstanbul” projesiyle denetim kendisinde olduğunda direnebileceği son derece şüphelidir ve uluslararası politikanın dinamik yapısı bunu hiçbir şekilde garanti etmemektedir. Bu yolun bir kere açılması durumunda ise Rusya bundan rahatsızlık duyacağı gibi, Karadeniz’deki dengeler de kaçınılmaz bir biçimde bozulacaktır. Daha da kötüsü, Karadeniz’in silahlanmasına bu kanal vasıtasıyla Türkiye müsaade ettiği taktirde, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin artık uygulanamaz durumda olduğu gibi bir sonuç ortaya çıkacak ve Sözleşme’nin 1. maddesi gereği bu kez de Boğazlar’dan geçiş tamamen serbest hale gelecektir. Karadeniz’de varlık göstermek isteyen ve bugünkü kısıtlamalar nedeniyle bunu yapamayan ABD, NATO ve AB ülkelerinin işine en fazla yarayacak senaryo da bu olacaktır (Çakırözer, 2011).

“Kanal İstanbul” projesinin hayata geçmesiyle birlikte Boğazlar’da ve Karadeniz’de ortaya çıkacak belirsizlik süreci sonucunda “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin tadilatı söz konusu olduğunda değişikliği sadece belirli maddelerle sınırlı tutmak oldukça zor olacaktır. Herhangi bir kısmi değişiklik talebinin Sözleşme’nin tümüne sıçramayacağının hiçbir garantisi yoktur (Akgün, 1994: 224). Kaldı ki Boğazlar konusunda yeni bir anlaşmaya varılması Rusya ve ABD’nin/NATO’nun çelişkili çıkarları nedeniyle çok zor görünmektedir. Bölgedeki en etkili NATO deniz gücü olarak ABD, böylesi bir süreçte Karadeniz’e ulaşmak için kendi çıkarları doğrultusunda Boğazlar’daki kısıtlamaları azaltmaya çalışırken, buna karşılık olarak da Rusya’nın haklarını ise daha fazla sınırlandırmaya çalışacaktır. Ayrıca ABD, yeni yapılacak bir sözleşmede Rusya’nın Türkiye’nin Boğazlar’daki egemenliği hakkında yapacağı baskıları önlemek maksadıyla bu sözleşmeye taraf da olmak isteyecektir. Bütün bu şartlar altında Boğazlar’da çıkarları olan tüm ülkelerin tekrar ortak bir payda altında toplanmaları pek mümkün gözükmemektedir (Buzan, 1976: 242-246). Dolayısıyla, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin değiştirilmesi veya yeni bir sözleşme düzenlemesi için toplanacak olan bir konferanstan sonuç alınamazsa –ki muhtemelen sonuç alınamayacaktır–, Montrö Boğazlar rejiminin Türkiye lehine getirdiği bütün hükümler ve haklar ortadan kalkacak ve Boğazlar’da dünya üzerindeki diğer boğazların tâbi olduğu (kıyı devletine sınırlı hak tanıyan) geçiş rejimi uygulamaya konulacaktır (Toluner, 2004: 410).

Sonuç ve Öneriler

Boğazlar, tarih boyunca siyasi, askeri ve ekonomik açıdan uygarlıkların kesişme ve mücadele noktası olagelmiş, çağlar boyu bu önemini koruyarak her devirde büyük devletler açısından stratejik bir konuma sahip olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun Boğazları ele geçirdiği 15.  yüzyıldan itibaren 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Boğazlar konusunda tek yetkili güç olarak belirlediği Boğazlar rejimi, bu tarihten itibaren imparatorluğun güç kaybetmesine bağlı olarak çeşitli uluslararası antlaşma ve sözleşmelerle belirlenmiş ve dönemin büyük devletleri Boğazlar rejimini kendileri lehlerine çevirmeye çalışmışlardır. Böylelikle başta Rusya ve İngiltere olmak üzere, Fransa ve Almanya gibi büyük devletler açısından Boğazlar ve Karadeniz hep önemli olmuş ve bu konuda büyük çıkar kavgaları yaşanmıştır. Boğazlar’ın sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik önem, Boğazlar üzerindeki hâkimiyet kurma mücadelelerinin tarihi gelişim süreci göz önüne alındığında yadsınmaz bir gerçekliktir. Çağların değişmesi, uluslararası politikanın kuvvet dengelerindeki değişmeler ve teknolojik gelişmeler dahi Boğazlar’ın jeopolitik ve stratejik önemini azaltmamış, aksine arttırmıştır.

“Küçük Kaynarca Antlaşması”ndan (1774), yani Rus gemilerinin Karadeniz’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan izin almadan geçiş yapma hakkı kazanmasından beri Boğazlar’daki egemenlik ve statükoyla ilgili tartışmalar incelendiğinde, Boğazlar’daki ve Karadeniz’deki rejimin sürdürülmesinde hukuki argümanlardan veya adalet ilkesinden daha çok güç dengeleri ve dünya politik dengelerinin etkili olduğu görülmektedir. Hal böyleyken ve iki kutuplu sistemin parçalanıp yerini normları henüz belli olmayan bir uluslararası sisteme bırakmış olduğu mevcut durumda, Türkiye’yi çevreleyen Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinin de istikrarsızlık içinde olduğu hesaba katıldığında, bu belirsizlik ve istikrarsızlık ortamı içinde Türkiye’nin titizlikle uygulamaya çalıştığı Montrö Boğazlar rejimi 20. yüzyılda olduğu gibi 21. yüzyılda da Türk dış politikası için güvenilebilecek ve tutunulabilecek bir alan yaratmaktadır

Bu çerçevede, Boğazlar’ın 19. ve 20. yüzyıllarda geçirdiği evreler göz önüne alındığında; Montrö’de alınan neticenin çok açık siyasi bir başarı olduğu aşikârdır. Zira, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”, yürürlüğe girdiği tarihten günümüze kadar, İkinci Dünya Savaşı gibi tüm dünyayı etkileyen bir savaş yaşanmasına ve sözleşmeye taraf olan devletlerden SSCB ve Yugoslavya’nın dağılmasına ve sözleşmenin değiştirilmesi veya kaldırılması girişimlerine rağmen, hâlâ yürürlükte kalabilen Türkiye’nin yaptığı önemli bir sözleşmedir.[4] Hal böyleyken, yürürlükten kaldırılması ve değiştirilmesini düzenleyen şekil şartlarının müsait olmasına ve bu istikamette söylem düzeyinde kalan çeşitli girişimlere ve yaşanan bazı olaylara rağmen 83 yıldır istikrarlı bir şekilde uygulanmakta olan “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” ve rejimi, alternatif bir suyolu projesi olarak gündeme getirilen “Kanal İstanbul” projesiyle birlikte tartışılmaya başlanmıştır. Ortaya koyanları ve savunucuları tarafından “Çılgın proje” olarak lanse edilen ve gerçekleşmesi durumunda gerçekten de Boğazlar’da ve Karadeniz’de dengeleri değiştirecek bir sürecin başlatıcısı olacak söz konusu proje, tarihsel ve jeopolitik gerçekliklerden uzak bir anlayışın bir ürünü olarak Türkiye’nin kendi eliyle gerçekleştireceği “jeopolitik bir çılgınlık” olmaya aday durumdadır.

Bütün iddiaların ve yansıtılanların aksine, bölgesel ve küresel oyunlarda yapısal zayıflıklarından dolayı dominant bir karakter sergilemesi henüz mümkün olmayan ve açıkçası dış politikada bir prestij kaybı ve belirsizlik dönemi içerisine girmiş olan Türkiye’nin, “Kanal İstanbul” projesiyle Boğazlar’da ve Karadeniz’de sonu belli olmayan bir maceraya yelken açması elinde olanları da yitirmesine yol açacaktır. “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”yle Boğazlar’da ve Karadeniz’de tartışılmayacak derecede önemli haklar elde etmiş bulunan Türkiye açısından Sözleşme’nin devam ettirilmesi, kısmen ya da tamamen değiştirilmesine göre daha kazançlı bir durum ortaya koymaktadır. Unutulmamalıdır ki dış politikada zaman zaman müttefikler ve ilkeler konjonktürel yapı itibariyle değişse de, coğrafi unsurlar süreklidir ve bu nedenle de onun sağladığı avantajları elde tutmak ve korumak gerekir. Boğazlar da bu yönüyle hem Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde hâkimiyetin ve güvenliğin asli unsuru olagelmiştir. Bütün bu özelliklerinden dolayı uluslararası politikanın dengeleri açısından önemini hep devam ettirecek olan Boğazlar, dün olduğu gibi bugün de Türkiye’nin dış politikasını etkileyen/belirleyen ve ona yön veren bir öğe olmaya devam edecektir. Zira Boğazlar Türkiye için menfaat değil, varlık, egemenlik ve güvenlik meselesidir (Bilsel, 1948: 8). Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri Boğazlar’da ve Karadeniz’de yaşanan siyasi, askeri ve hukuki mücadele bu gerçekliğin en açık yansımasıdır. Dolayısıyla hayati çıkarlar açısından Boğazlar’la en ilgili devlet Türkiye’dir ve öyle de olmaya devam edecektir. Türkiye’nin “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”yle Boğazlar’da elde ettiği jeopolitik, jeostratejik, siyasi, askeri ve hukuki kazanımların geçerliliğinin sadece hukuki metinlerle değil dünya güç dengeleriyle de yakından ilgili olduğu düşünülürse, Montrö Boğazlar rejiminin değişimi konusunda ileri sürülecek her türlü isteğe, argümana ve baskıya karşı Türkiye’nin sadece uluslararası hukuka dayanmayıp, içinde bulunulan bölgesel ve küresel güç dengelerini iyi değerlendirmesi ve kendi ulusal gücüne dayalı, proaktif bir yaklaşım içerisinde olması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Dolayısıyla, beş asırdan beridir bütün güvenliği ve varlığı Boğazlar’a bağlanmış olan Türkiye’nin ve bütün bir Anadolu coğrafyasının kaderinin “Kanal İstanbul” projesi gibi “jeopolitik bir çılgınlık ve fantezi”ye kurban edilmesi, Türk dış politikası ve Türk tarihi açısından 21. yüzyıldaki en büyük “jeopolitik hata” olacaktır. Umarım tarih ve gelecek beni yanıltır.

Referanslar

AKGÜN, Mensur, “Türk Dış Politikasında Bir Jeopolitik Etken Olarak Boğazlar”, Türk Dış Politikasının Analizi, Faruk Sönmezoğlu (der.), Der Yayınları, İstanbul, 1994, ss. 213-224.

BİLSEL, Cemil, “Sovyet Rusya-Türk Notaları Aydınlığında Türk Boğazları”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 14, Sayı 1-2 (1948), ss. 3-23.

BOSTAN, İdris, “Osmanlı İmparatorluğu Döneminde İstanbul Boğazında Geçişin Tâbi Olduğu Kurallar”, Marmara Denizi 2000 Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Bayram Öztürk, Mikdat Kadıoğlu, Hüseyin Öztürk (ed.), Türk Deniz Araştırmaları Vakfı Yayınları, Yayın no: 5, İstanbul, 11-12 Kasım 2000, ss. 1-8.

BUZAN, Barry, “The Status and Future of the Montreux Convention”, Survival: Global Politics and Strategy, Volume: 18, Number: 6 (1976), pp. 242-247.

BÜKÜLMEZ, Başak, KÜPELİ, Taner, “Küresel Güçlerin Karadeniz Stratejilerinin Önündeki Engel: Montrö”, Güvenlik Stratejileri Dergisi, C. 3, No: 5 (Haziran 2007), ss. 193-218.

ÇAKIRÖZER, Utku, “Kanal İçin Yeni ‘Montrö’ ”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2011, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/243462/Kanal_icin_yeni___8216_Montro__8217____.html, (Erişim tarihi: 01.05.2017)

DEMİRKIRAN, H. Murat, “Türk Boğazları’ndan Geçiş Rejimi ve Geçiş Rejimi ile İlgili Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 21.11.2001 Gün E: 2001/4-955 K: 2001/1073 Sayılı Kararı”, Prof. Dr. Ergon A. Çetingil ve Prof. Dr. Rayegan Kender’e 50. Birlikte Çalışma Yılı Armağanı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İstanbul, 2007, ss. 1-29, http://www.demirkiran.av.tr/wp-content/uploads/2013/02/Turk_Bogazlarindan_Gecis_ Rejimi.pdf, (Erişim tarihi: 01.05.2017)

EROL, Mehmet Seyfettin, DEMİR, Sertif, “Amerika’nın Karadeniz Politikasını Yeniden Değerlendirmek”, Gazi Akademik Bakış Dergisi, C. 6, Sayı: 11 (Kış 2012), ss. 17-33.

GÜREL, Şükrü Sina, “Montreux Boğazlar Sözleşmesi Değiştirilmeli mi?”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, C. XVII, Sayı: 162 (Aralık 1993), ss. 44-46.

KOÇER, Gökhan, “Karadeniz’in Güvenliği: Uluslararası Yapılanmalar ve Türkiye”, Gazi Akademik Bakış Dergisi, C. 1, Sayı: 1 (Kış 2007), ss. 195-217.

ORAN, Baskın, “Müstakbel Dış Politika Belamız: Kanal İstanbul”, Radikal2, 4 Ağustos 2013, http://www.radikal.com.tr/radikal2/mustakbel_dis_politika_belamiz_kanalistanbul-1145001, (Erişim tarihi: 01.05.2017)

ÖZÇELİK, Mücahit, “Sovyet Rusya’nın 1946 Yılında Boğazlarla İlgili İsteklerinin Türk Kamuoyundaki Yankıları”, The Journal of Academic Social Science Studies, Volume: 6, Issue: 1 (January 2013), ss. 1091-1115.

ÖZERSAY, Kudret, “Boğazlar Konusu”, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. III (2001–2012), Baskın Oran (ed.), İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, ss. 819-823.

PAZARCI, Hüseyin, “Boğazlar Rejimine İlişkin Türk Dış Politikası ve Karşılaşılan Kimi Sorunlar”, Prof. Dr. Ernst Hirsch’in Hatırasına Armağan (1902–1985), Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1986, ss. 849-880.

PAZARCI, Hüseyin, Uluslararası Hukuk, 4. bs., Turhan Kitabevi, Ankara, 2006.

TOLUNER, Sevin, Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Beta Yayınları, İstanbul, 2004.

TOSUN, Hüseyin,  “Montrö Boğazlar Sözleşmesi  (Boğazlar Sorununda Son Aşama)”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt 4, Sayı: 13 (1994), ss. 87-112.

UÇAROL, Rıfat, “Değişmekte Olan Dünyada Türk Boğazları’nın Önemi ve Geleceği”, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, 3. bs., Sabahattin Şen (ed.), Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 1994, ss. 165-202.

ÜNAL, Orhan Orhun, “Kanal İstanbul Para Basacak”, Yeni Şafak, 16 Şubat 2014, http://www.yenisafak.com.tr/ekonomi/kanal-istanbul-para-basacak-618619, (Erişim tarihi: 01.05.2017)

[1] Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile birlikte Marmara Denizi’ni de kapsayan bölge, Boğazlar’dan geçiş rejimini düzenleyen 1936 tarihli “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nde (Boğazlar Rejimine İlişkin Sözleşme) “Boğazlar Bölgesi” olarak anılmaktadır. Bu yazıda “Türk Boğazları” terimini karşılamak üzere “Boğazlar” terimi kullanılacaktır.

[2] ABD’nin Karadeniz’de başta enerji olmak üzere siyasi ve askeri politikalarını istediği yönde uygulama arzusu paralelinde 2003 yılında Gürcistan’da “Gül Devrimi”nin, 2004–2005’te Ukrayna’da “Turuncu Devrim”in gerçekleşmesinde pay sahibi devlet olarak, bu devletlerde Batı yanlısı hükümetleri iktidara getirmesi, bunun yanında Romanya ve Bulgaristan’ın 2004 yılında NATO’ya katılmalarını sağlaması ve 2007’de de Avrupa Birliği’ne katılmalarına verdiği destek, Romanya ve Bulgaristan’da askeri üsler kurması, Karadeniz’de düzenlenen “NATO Barış İçin Ortaklık” tatbikatları vb. girişimleri, ABD’nin her geçen gün Karadeniz’de askeri ve siyasi varlığını artırma gayreti içerisinde olduğunu göstermektedir. Bu konuda aksi yönde bir değerlendirme için bkz. (Erol ve Demir, 2012: 17-33).

[3] “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin uygulanması sırasında tarihsel süreçte bugüne kadar iki istisna ya da ihlal durumu yaşanmıştır. Bunlardan birincisi SSCB döneminde Rus donanmasına bağlı Amiral Kuznetsov uçak gemisinin “hava yetenekli muhabere kruvazörü” olarak deklare edilerek 1991’de Boğazlar’dan geçirilmesidir. İkincisi, ise Varyag adlı uçak gemisinin Kasım 2001’de Boğazlar’dan geçmesidir. Söz konusu uçak gemisi SSCB zamanında Ukrayna’da uçak gemisi olarak yapılmaya başlanmış, yüzde 70’e yakını da tamamlanmıştır. Varyag uçak gemisi olarak yapımına başlanmış olsa da, sadece bir platform halinde bırakıldığı için, ne motora ne de dümene sahipti ve bu haliyle ancak römorkörler eşliğinde yüzebiliyordu. SSCB’nin dağılmasından sonra Ukrayna’ya bırakılan Varyag, bu haliyle satılığa çıkarılınca Çin Halk Cumhuriyet’inde (ÇHC) faaliyet gösteren bir turizm firması tarafından satın alınarak, eğlence gemisine (kumarhane, otel vs.) çevrileceği belirtilerek ÇHC’ye gitmek üzere Boğazlar’dan “savaş gemisi” statüsünde değil, “ticari gemi” statüsünde gösterilerek geçirilmiştir. ÇHC yönetimi o dönemde Türkiye’ye Varyag’ın donanmasına dâhil edilmeyeceği konusunda resmi güvence verirken, ayrıca Türkiye’ye 2,5 milyon Çinli turist geleceği sözünü de vermiştir. Ancak bu sözlerin hiçbirisi gerçekleşmemiş ve Varyag yenilenme sürecinden geçirilerek 2012 yılında Liaoning adıyla ÇHC’nin ilk uçak gemisi olarak ÇHC donanmasına dâhil olmuştur.

[4] 20 yıllık bir süre için imzalanan sözleşmenin tadili için sözleşmenin 28. maddesine dayanılarak taraflar tadil talep edilebilecektir, ancak günümüzde taraflarca sözleşmenin tadili henüz talep edilmiş değildir ve sözleşme yürürlükte kalmaya devam etmektedir. Tam da bu noktada, “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” konusundaki tüm tartışmaların merkezinde yer alan bir ihtimale –ya da “risk”e– de değinmekte fayda vardır. O da Sözleşme’nin 1. maddesinde öngörülen ve yukarıda bahsi geçen 28. maddeyle de “süresiz” kılınan geçiş serbestliği ilkesidir. Sözleşme’nin içeriği ve/veya geleceği (varlığı) konusundaki her türlü tartışmanın bir şekilde gelip tıkandığı yeri ifade eden bu düzenlemenin anlamı ise şudur: Sözleşme’nin zamana ayak uyduramadığı gerekçesiyle yenilenmesi daha doğrusu yürürlüğüne son verilerek yeni bir metin hazırlama yoluna gidilmesi yönündeki her öneri süresiz geçiş serbestliği gerçeğini hesaba katmak zorundadır. Türkiye başta olmak üzere belki de tüm tarafların ve diğer uluslararası aktörlerin –çeşitli eleştiri ve şikâyetlere rağmen– Sözleşme’nin varlığının bir şekilde devam etmesinden yana tutum takınması da bu düzenlemeden kaynaklanmaktadır. Örneğin Türkiye, 1998 Boğazlar Tüzüğü’yle bulunan çözüm sürecinde de görüldüğü gibi, Sözleşme’nin değiştirilmesi riskini almamayı daha uygun bulmuştur. Karadeniz’de bir şekilde sağlanmış dengenin olası bir yeni uluslararası düzenlemeyle –hele değişen uluslararası koşullar gibi nedenlerle ABD gibi yeni tarafların olacağı da neredeyse kesinken– kendi aleyhine bozulabilecek olması kaygısıyla hareket eden Rusya da benzer bir politika izlemiştir.


https://www.21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/kanalistanbul-projesinin-montro-bogazlar-rejimine-olasi-etkileri-karadeniz-de-jeopolitik-bir-cilginlik-mi



***