26 Aralık 2016 Pazartesi

Bu Amanosları temizleyin!., PEKİ KİMİNLE..?



Bu Amanosları temizleyin!., PEKİ KİMİNLE..?
.

Bu Amanosları temizleyin! 
Bakan Atalay “Komutanlar burada, emniyet burada. 




Bu Amanoslar’ı temizleyin” deyince CHP’li Kolcu “Komutanları içeri atıyorsunuz. Kim temizleyecek?” diye tepki gösterdi

KÜBRA POLAT- MEHMET KAYMAK/ADANA-DHA

 İÇİŞLERİ Bakanı Beşir Atalay, şehit 4 polis memuru için Adana da düzenlenen törende son aylarda terör olaylarının tırmandığı Hatay’da teröristlerin yuvalandığı Amanos Dağları’nın temizlenmesi için bölge valileri, polis ve askere talimat verirken, ‘Kim temizleyecek’ tepkisiyle karşılaştı. Bakan Atalay’ın “Amanoslar’ı temizleyin” demesi üzerine törende bulunan CHP Adana İl Yönetim Kurulu üyesi Abeydullah Kolcu, “Komutanları içeri atıyorsunuz. Kim temizleyecek?” diye tepki gösterdi. Törene, Balyoz davasında hakkında yakalama emri bulunan ve bu yıl terfi sırası gelen 6’ncı Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek de katıldı.















Hatay’ın Dörtyol İlçesi’ndeki terör saldırısında şehit olan polis memurları 41 yaşındaki Ali Hacıarap, 38 yaşındaki Emre Yalçın, 34 yaşındaki Hasan Aslan ve 33 yaşındaki Fatih Yıldız için, Adana Valiliği bahçesinde tören yapıldı. Törene, şehitlerin ailesi ve yakınları, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Emniyet Genel Müdürü eski Adana Valisi Oğuz Kağan Köksal, Adana, Mersin, Gaziantep, Osmaniye, Hatay valileri, Balyoz davası soruşturmasında hakkında yakalama emri bulunan 6’ncı Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek, polis, valilik çalışanları da olmak üzere yaklaşık 2 bin kişi katıldı. 4 şehit polisin tabutları yan yana konulup, meslektaşları da saygı nöbeti tuttu.

‘Sizlerle birlikte ağlıyorum’














Törende konuşan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, her şehit uğurlanırken hüzün yaşadıklarını belirterek, “Şehit uğurlamak kolay değil. Sizlerle birlikte ağlıyorum. Annelerin, eşlerin, çocukların ağlamasına ben de ağlıyorum. Buna dayanmak kolay değil” dedi.
Şehit polislerden 3’ünün 2’şer, 1’inin de 3 çocuğu olduğunu söyleyen Bakan Atalay, “Buna dayanmak kolay değil. Bu meslek, içinde şehitliği, gaziliği taşır. Bütün bunlara dayanacağız. Bütün bunlara hem dayanacağız, hem bunları gördükçe mücadele azmimiz, dayanıklılığımız artacak” diye konuştu. Bakan Atalay, şehit ailelerine emniyet teşkilatına daha fazla dirayet ve azim dilerken, “Birilerinin bizlere vermek istediği acı ve yılgınlıktır. Asla yılgınlık olmayacak. Ve buradan ifade ediyorum; çevre illerimizin valileri hepsi burada. Bölge komutanlarımızın hepsi burada. Emniyet Teşkilatı burada. Bu Amanoslar’ı temizleyin. Ne yapıyorsanız yapın Amanoslar’ı temizleyin” dedi.

Amanoslar’ı kim temizleyecek?

İçişleri Bakanı Atalay’ın bu talimatının hemen ardından, katılanlar arasında bulunan Adana CHP İl Yönetim Kurulu üyesi Abeydullah Kolcu, “Komutanları içeri atıyorsunuz. Kim temizleyecek?” diye tepki gösterdi.
Bakan Atalay, bu eleştiriye tepki vermeyip, konuşmasını sürdürürken, CHP’li Kolcu, polisler tarafından kısa süreli gözaltına alınıp, serbest bırakıldı. Atalay, son olayların provokasyon oylduğunu belirttiği konuşmasında “Böyle zamanları fırsat bilip, şehit cenazesinde bunları söylemek istemem ama kimi provokatörler, kimi kışkırtıcılar da ortalıkta, bu durumu iyi kullanıyorlar. ” dedi.
Kürsüde değil burada ağlasın 

Şehit polislerden Emre Yalçın’ın annesi Zübeyde Yalçın, Başbakan Erdoğan’ın Ak Parti grubunda ağlamasına gönderme yaparak “Başbakan 30 yıl geriye gidip ağlamasın. Polisine sahip çıkamayanlar, gelsin benimle ağlasın, kürsüden ağlamasın. Bir avuç PKK ya ülkeyi teslim ettiler” dedi.
Şehit polislerin cenaze törenine, Balyoz davasında hakkında yakalama emri bulunan ve bu yıl terfi sırası gelen 6. Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek de katıldı

Korg. Bek: Memleket bizim için kıymetli

6’ncı Kolordu Komutanı Korgeneral Nejat Bek, tören sonrası gazetecilerin, “Amanoslar için ne yapılacak?” sorusuna, “Sorumluluk, sahası itibariyle Jandarma Bölge Komutanlığı’dır. Ben Kolordu Komutanıyım. Daha üst düzey komutanların arasında bir koordinasyon olduğu için bir şey söyleyemem. Biz hasbelkader acı bir olay için buradayız. Bu konuda elimizden geleni yapacağımızı ifade ettik” dedi.
Bu yıl terfi sırası da gelen Korg. Bek, “Hakkınızda tutuklama kararı var, ancak, böyle de bir talep var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?” sorusu üzerine gülümseyerek, “Memleket bizim için kıymetli” demekle yetindi. Törenin ardından şehitlerin cenazeleri cenaze araçlarına alınıp, toprağa verilmek üzere memleketlerine gönderildi. 3 çocuk babası Ali Hacıarap’ın cenazesi Kilis ’te, 2 çocuk babası Hasan Aslan’ın cenazesi Osmaniye’de, 2 çocuk babası Emre Yalçın’ın cenazesi Osmaniye’nin Kadirli İlçesi’nde, 2 çocuk babası Fatih Yıldız’ın cenazesi de Gaziantep’te toprağa verilecek.
Şehit Fatih Yıldız’ın ağabeyi Muharrem Yıldız’ın Osmaniye Emniyet Müdürlüğü ’nde 2’nci Sınıf Emniyet Müdürü olarak görev yaptığı öğrenildi. 

ANALİZ...

PKK ve Amanos: Suriye ’den geliyor ama yerleşemiyor

PKK’nın Amanos bölgesindeki faaliyetleri örgüt içinde de sürekli tartışma konusu olmuştu. Amanos, Akdeniz ’e en uç çıkış noktası olması nedeniyle önem taşıyor. Örgüt açısından Botan (Şırnak-Siirt), Dersim (Tunceli-Sivas) ve Karadeniz stratejik öneme sahip olarak nitelendiriliyor. 1988’ten bu yana bölgeyi “savaş alanları” arasında gösteren PKK, çoğunlukla Suriye’den Güneydoğu’ya geçiş amaçlı kullandığı Amanos’ta yerleşemedi. Örgütün Amanos’a gönderdiği teröristlerin büyük bölümü TSK tarafından yürütülen operasyonlarla tasfiye oldu. Bu nedenle örgüt tarafından her yıl düzenlenen konferanslarda sözde “Amanos eyaleti yapılanması” etkili eylemler gerçekleştiremediği için örgüt yönetimine hesap vermek zorunda kaldı. PKK, Amanos’ta yerel ilişkiler kurmakta başarılı olamadı ve kendisini ayakta tutacak insan potansiyeli bulmakta sıkıntı yaşadı. Bölgede Alevi ve Kürt nüfusu yanında Türkmen ve Arap nüfusu yaşıyor. Ancak Amanos’ta barınamayan örgüt, daha çok ulaşılması güç dağlık alanlarda barınmayı tercih etti. Örgütün Amanos bölgesinde eylem yapmayı istemesinin nedenlerinin başında, “Kürtlerin bulunduğu her yerde faaliyet gösteririm ve eylem yaparım” mesajı vermek ve örgütlenmeyi Güneydoğu’dan Akdeniz’e taşımak isteği geliyor.

NAMIK DURUKAN 
Ankara



22 Aralık 2016 Perşembe

5 Soru: Rus Büyükelçi Karlov’a Düzenlenen Suikast





5 Soru: Rus Büyükelçi Karlov’a Düzenlenen Suikast 


Ufuk Ulutaş ,
21 Aralık 2016  



Suikastın hedefi nedir? 
Faili hakkında neler söylenebilir? 
Sonuçları neler olabilir? 
Suikasta yönelik tepkiler nasıl okunmalı? 
Suikastın Suriye krizine yansımaları nasıl olabilir? 




1. Rusya Federasyonu Büyükelçisi Andrey Karlov’a düzenlenen suikastın hedefi nedir?

Suikastın hedefini iki ana çerçevede değerlendirmek mümkündür. Birincisi, 15 Temmuz sonrasında terör eylemlerini tırmanışa geçirmeye çalışan FETÖ, PKK ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin Türkiye’de kaos ortamı oluşturmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu kaos ortamıyla Türkiye’de vatandaşlar nezdinde güven bunalımı oluşturmak ve uluslararası toplumda ülkenin güvenlik ve istikrar açısından imajını zedelemek amaçlanmaktadır. Büyükelçi Karlov suikastını da terör örgütlerinin kaos planının bir parçası olarak okumak mümkündür. İkinci olarak ise saldırının Türkiye ile Rusya arasında son günlerde gerçekleşen yakınlaşmayla doğrudan ilgisi vardır. Uçak krizinin akabinde atılan adımlarla iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesi ve özellikle Suriye konusunda ikili (Türkiye-Rusya) ve üçlü (Türkiye-Rusya-İran) adımların atılması çabaları bu saldırıyla akamete uğratılmaya çalışılmıştır. Uçak krizine benzer bir kriz çıkarmak suretiyle iki ülkenin normalleşme çabaları ve Suriye konusundaki müzakerelerinin sekteye uğratılması hedeflenmiştir.

Bu noktada Suriye’ye ilişkin iki önemli süreçten bahsedilebilir. Birincisi, Halep’ten sivillerin tahliyesi konusunda Türkiye ile Rusya arasındaki mutabakattır. Tahliye mutabakatının İran’ın ve rejimin müdahalelerine rağmen devam etmesi için Türkiye ve Rusya irade ortaya koymaktadır. Hatta bu tahliyeler rejim-İran ile Rusya’nın siyaseten farklılaştığı bir alandır. Mutabakatın uygulanmasının garantörü de Türkiye ve Rusya’dır ki bu iki ülkenin ilişkilerindeki gerginlik tahliye mutabakatının ortadan kalkmasına sebep olacaktır. İkincisi ise Astana’da yapılması öngörülen Suriye görüşmeleridir. Hem Türkiye-Rusya-İran toplantısı hem de Astana’da başlatılmaya çalışılan yeni süreç, Suriye krizinin siyasi çözümü için büyük önem taşımaktadır. Bu süreç Suriye krizine dair Amerikan inisiyatifinin de sınırlandırılması anlamını taşımaktadır. Bu sebepten bu kritik dönemde yapılan suikast Suriye görüşmelerinin akamete uğramasını temin etme amacı da taşımaktadır.

2. Suikastın faili hakkında neler söylenebilir?

Katil, Ankara Çevik Kuvvet’te polis memuru olarak görev yapan Mevlüt Mert Altıntaş’tır. Altıntaş Büyükelçi’nin yakın koruması kılığında serginin yapıldığı binaya giriş yapmış ve konuşması sırasında da Büyükelçi’nin hemen arkasında yer almıştır. Katil, Büyükelçi’ye ateş ettikten sonra Arapça ve Türkçe sloganlar atıp Halep’e gönderme yapmıştır. Arapça sloganın saldırıya el-Kaide-DEAŞ tarafından yapılmış izlenimi vermek için ezberlendiği görülmektedir. Bu grupların Türkiye’de polis teşkilatı içerisinde bir yapılanmaya girmesi, barınması mümkün değildir. Kaldı ki iki grubun da polis memurluğu gibi bir pozisyonu akaidi açıdan kabul etmeleri beklenmez. Oldukça organize ve senaryosu çalışılmış bu saldırının bir yalnız kurt saldırısı olması da mümkün değildir.

Failin geçmişinde kuvvetli FETÖ izleri bulunmaktadır. Bunlardan ilki çalıştığı kurum olan Emniyet Teşkilatı’nın geçmişte FETÖ yapılanmasının merkez kurumlarından birisi olmasıdır. 15 Temmuz sonrasındaki görevden almalar ve açığa almalarla dahi hala FETÖ mensuplarının teşkilatın içerisinde bulunduğu tahmin edilmektedir. Zira uzun yıllar boyunca Emniyet Teşkilatı’nın kilit kurumları ve pozisyonlarını elinde tutan FETÖ, bu kurumun bazı promosyonlarına tulum şeklinde mensuplarını yerleştirmiştir. Katilin mezun olduğu okul olan İzmir Rüştü Ünsal Polis Okulu da bunlardan birisidir. Katilin aynı zamanda Polis Okulu sorularının çalınmasına ilişkin davadan daha önce açığa alındığı, 15 Temmuz’da özel izin kullandığı ve FETÖ’nün kilit isimlerinden birisinin evinde oturduğuna dair iddialar da mevcuttur. Nihayetinde polis içerisinde bu tarz uluslararası çapta operasyon yapabilecek ve tabiri caizse bir intihar saldırısı düzenleyecek yapılanma ve inanışa sahip FETÖ’den başka bir örgüt yoktur. Rusya kamuoyunda da saldırganın FETÖ’cü geçmişine dair iddialar tartışılmış ve FETÖ-ABD bağlantısı kurulmuştur.

3. Suikasta yönelik tepkiler nasıl okunmalı?

Rus Büyükelçi Andrey Karlov’a yönelik suikastın en önemli hedeflerinden birinin Türkiye ile Rusya arasında son aylarda yaşanan yakınlaşma sürecini sona erdirmek olduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere Rusya ile Türkiye arasında 24 Kasım 2015’te Türk savaş uçaklarının bir Rus savaş uçağını Türkiye hava sahasını ihlal etmesi nedeniyle düşürmesinden sonra ikili ilişkilerde ciddi krizler yaşanmış ancak iki ülkenin yoğun diplomatik çabaları sonucu Ankara ve Moskova arasında diplomatik kriz sona ermişti. Uçak hadisesi ile karşılaştırıldığında Rus Büyükelçi’nin öldürülmesi sonrasındaki kriz yönetiminin daha iyi yürütüldüğünü söylemek mümkündür. Her iki başkent ve liderden gelen ilk tepkiler suikastın bir krize dönüşmesini engellemiştir. İlk olarak Erdoğan’ın Rusya devlet başkanı Putin’i arayarak doğrudan bilgilendirme yapması suikast sonrası yaşanacak spekülasyonları etkisiz hale getirmiştir. Aynı zamanda Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Suriye ile ilgili üçlü zirveye katılmak için Moskova’ya gitmesi ve orada Rus yetkilileri bilgilendirmesi de krizin yönetilmesi açısından kolaylaştırıcı bir rol oynamıştır. İkinci olarak hem Erdoğan hem de Putin saldırıyı bir “provokasyon” olarak nitelemiş ve saldırının hedefinin Türk-Rus ilişkileri olduğunu belirtmişlerdir. Söz konusu söylem birliği krizin yönetimini daha da kolaylaştırmıştır. Öte yandan Türkiye’nin suikastın araştırılması için yürütülen güvenlik soruşturmasına Rus güvenlik yetkililerin de dahil edileceğini açıklaması sürecin iyi yönetilmesini de beraberinde getirmiştir.

Kriz yönetiminin son derece dikkatli ve hassas bir şekilde yürütülmesinin arkasında yatan temel sebepler arasında iki ülkenin kısa bir zaman önce yaşadığı krizden kaynaklanan tecrübeler ve bu krizin aşılması için süren diplomatik çabaların halihazırda devam etmesi gösterilebilir. Ayrıca Suriye krizi konusunda bölgesel ölçekte Rusya, Türkiye ve İran arasında halihazırda devam eden diplomatik sürecin hassas bir zemin üzerinde devam ediyor olması, tarafların ortak bir tepki vermesinin arkasındaki gerekçelerden biri olarak gösterilebilir.

4. Suikastın sonuçları neler olabilir?

Suikastın amacı Türkiye ile Rusya arasındaki yakınlaşma çabalarını baltalamaktı. Nitekim Batı medyası suikastın hemen arkasında bu durumu Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına vesile olan Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi olayına benzeterek üçüncü dünya savaşını başlatabileceğine yönelik bir söylem üretti. Öte yandan suikastın iki ülke arasındaki krizi derinleştirebileceğine yönelik de birçok analiz yapıldı. Ne var ki iki ülkenin meseleyi hızlı bir biçimde karşılıklı üst düzey görüşmelerle tırmandırmaktan uzak bir yöntem benimsemesi kriz beklentilerini de boşa çıkardı. Dolayısıyla beklentilerin aksine Türk-Rus ilişkileri çatışmacı bir döneme girmeyecek.

Önümüzdeki dönemde bu suikastın birkaç düzeyde sonuçları olabilir. İlk olarak ikili ilişkilerinin daha sağlamlaşması süreci yaşanabilir. Her iki ülkenin Batı ile olan ilişkilerindeki gerginlikleri iki ülkeyi birbirine daha da yakınlaştırmaktadır. Her ne kadar Moskova-Ankara arasında üzerinde uzlaşmazlık olan birçok siyasi sorun olmasına rağmen taraflar belirli ölçülerde ilişkilerinde stratejik bir rasyonalite modelini devreye sokmaktadır. Buna göre uzlaşmazlık alanları diplomatik kanallar ile çözülmeye çalışılırken ekonomik alandaki ilişkilerinin siyasi alandaki uzlaşmazlık konularından etkilenmesine izin verilmemektedir.

İkinci olarak Moskova-Ankara arasında Suriye üzerinde siyasi bir çözümün hayata geçirilmesi için Tahran’ın da dahil olduğu yeni bir çözüm süreci daha da ivme kazanabilir. ABD’nin DEAŞ ile mücadeleye odaklanarak bütün bir Suriye krizini PYD-YPG’ye desteğe indirgemiş olması, söz konusu çözüm sürecinden dışlanmasını da beraberinde getirebilir. Bir bütün olarak bakıldığında suikastın Türk-Rus ilişkilerini geliştireceğini söylemek mümkündür.

5. Suikastın Suriye krizine yansımaları nasıl olabilir?

Taraflar Suriye krizinin çözümüne dair yakaladıkları momentumu kaybetmek istemeyeceklerdir. Nitekim saldırının olduğu gecenin sabahında gerçekleşen üçlü zirvenin iptal edilmemesi ve zirvede ortak hareket etme kararına varmaları da bunu göstermektedir. Önümüzdeki süreçte Türkiye muhalefetin sürece dahil edilmesi ve Rusya’yla irtibat kanallarının açılarak kalıcı bir ateşkesin sağlanması için çaba gösterecektir. Rusya ve İran ise Halep’in ele geçirilmesi ve suikast sonrası bir dönemde siyasi müzakerelerin rejim lehine evrilmesi için yoğun çaba sarf edecektir. Bu süreçte üç aktörün asgari müştereklerde buluşması siyasi çözüm ihtimalini artıracaktır. Fakat tüm müzakerelere rağmen taraflar arasında derin fikir ayrılıkları da vardır. Sadece Türkiye ve İran-Rusya arasında değil Rusya ile İran arasında da Suriye’nin geleceği hususunda farklı yaklaşımlar söz konusudur. Müzakere sürecinde bu ayrılıkların daha da ortaya çıkması beklenebilir. Bu sebepten müzakereler hem rejim-muhalefet düzlemini hem de rejim ve muhalefeti destekleyen uluslararası aktörler düzlemini asgari müştereklerde buluşturmayı hedeflemektedir.


http://www.setav.org/5-soru-rus-buyukelci-karlova-duzenlenen-suikast/


..

Halep Sonrası Suriye Türkiye Ne Yapmalı




Halep Sonrası Suriye Türkiye Ne Yapmalı



    
Halep Sonrası Suriye: Türkiye Ne Yapmalı? 

Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonraki dönemde de Rusya, Suriye politikamızı belirlerken en fazla hesaba katmamız gereken aktör olacak gibi görünüyor. 


Kemal İnat 

17 Aralık 2016  


Halep’in muhalifler tarafından boşaltılıp Baas rejimi ve onu destekleyen güçlerin eline geçiyor olması Suriye iç savaşında önemli dönüm noktasına işaret ediyor. Ancak Halep’in düşmesi elbette savaşın sona ereceği anlamına gelmiyor.

Rejimin muhaliflerin, PYD’nin ve DAEŞ’in kontrolündeki bölgelere yönelik politikasının nasıl şekilleneceği ve Rusya ile İran’dan ne kadar destek göreceği savaşın bundan sonraki gidişatı açısından temel belirleyici olacak. Benzer şekilde Türkiye’nin PYD ve DAEŞ’e karşı mücadelesi ile PYD-DAEŞ arasındaki mücadele de Suriye’nin geleceği konusunda etkili olacak.

Halep’te yaşanan ölümlerin durdurulması konusunda Rusya ve İran’la yoğun bir diplomasi yürüterek son dönemde Suriye sorununa çok daha fazla müdahil olan Türkiye’nin bundan sonraki süreçte nasıl bir tutum takınacağı hem kendi güvenliği hem de bölgede istikrarın yeniden tesisi açısından çok önemli hâle geldi. Bütün aktörlerin kısa vadeli çıkarlarına odaklanıp uzun dönemde çok daha büyük sorunlara yol açacak politikalara yöneldikleri bir dönemde birilerinin kalıcı barış ve istikrara dair çaba sarf etmesi gerekiyor.

Bu çerçevede, Türkiye’nin yeni dönemde Suriye politikasının şekillenmesine etki edecek faktörlere değinelim…

Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonraki dönemde de Rusya, Suriye politikamızı belirlerken en fazla hesaba katmamız gereken aktör olacak gibi görünüyor. Rusya her ne kadar izlediği Suriye politikasıyla Türkiye’nin karşısındaki blokta yer alsa da, Ankara ile Moskova arasında bu yıl içerisinde geliştirilen ilişkiler Suriye konusunda da diyalog kanallarının açılmasını sağladı. ABD’den farklı olarak, Moskova’nın Suriye’deki hedefinin belli olması Rusya’yı Türkiye açısından daha öngörülebilir bir aktör kılıyor. Halep’teki muhaliflerin ve sivillerin tahliyesi konusunda Ankara ile Moskova arasında yürütülen diplomasinin başarılı olması, Türkiye’nin bundan sonraki süreçte de Suriye sorununun çözümü konusunda Rusya ile diyaloğu sürdürmesinin faydalı olacağını gösteriyor.

İran ve diğer bölgesel aktörleri dengeleme konusunda yeterli kapasiteye sahip olan Türkiye’nin küresel bir güç olan Rusya’yı ABD ve diğer Batılı ülkelerin desteği olmadan dengelemesi mümkün olmadığına göre, Moskova ile diplomasi kanallarını açık tutmak ve hatta Suriye sorununun nihai çözümü için Moskova’yı masanın kenarındaki ana aktör olarak kabul etmek doğru olacaktır. Bu kabul, kesinlikle Rusya’nın Suriye politikasının onaylandığı anlamına gelmeyecektir, ancak altıncı yılında olan savaşın daha da uzamasının engellenmesi, yaşanan insanlık trajedisinin sona ermesi ve savaşın bölgesel etkilerinin sınırlandırılması için atılması zorunlu bir adıma işaret etmektedir.

Türkiye’nin Rusya ile görüşme masasında otururken, bu ülkenin Suriye’nin geleceği konusunda İran’la yaşadığı görüş ayrılıklarını da değerlendirmesi gerekiyor. İki ülkenin Esad yönetimi üzerinde er ya da geç bir nüfuz mücadelesi içerisine girmesi kaçınılmaz görünüyor. Halep’teki muhaliflerin tahliyesi meselesinde yaşanan sorunlar, İran’ın Suriye sorununun çözümü konusunda Rusya’dan daha zorlu bir karşı aktör konumunda olduğunu gösterdi. Bu noktada Ankara’nın, Moskova’yı karşı bloktaki asıl görüşme partneri olarak belirlemesi ve Tahran’la bu konuda yaşanan sorunların çözümü için Moskova’yı devreye sokmaya çalışması doğru bir taktiktir. Ancak bunu yaparken, Moskova’ya karşı tek taraflı bağımlılıkların oluşmasını önlemek için bir yandan da Tahran’la da görüşme kapılarını açık tutması önemlidir. İran’ın Halep konusunda izlediği saldırgan politikanın Türkiye kamuoyunda oluşturduğu hassasiyetin bu opsiyonu çok zorlaştırdığı görülüyor, ancak kendi askerî imkânları sınırlı olan Türkiye’nin Rusya ile olduğu gibi İran ile de görüşebiliyor olması sorunun çözümü açısından gereklidir.

Türkiye’nin Suriye politikasında bundan sonraki süreçte de gündemde olacak bir başka konu, Ankara’nın PYD/PKK’ya karşı mücadele çerçevesinde atacağı adımlar ve ABD’nin buna vereceği tepkilerle ilgili olacaktır. Suriye iç savaşının başından beri kapsamlı bir çözümle ilgilenmek yerine PYD’nin güçlenmesine odaklanan Obama yönetiminin giderayak bu örgüte vermeyi planladığı silahlar konusunda Trump yönetiminin ne diyeceği bilinmese de, Türkiye’nin kendi güvenliği için büyük tehdit oluşturan PYD’ye karşı mücadeleyi artırması beklenmelidir.

PYD/PKK’ya karşı mücadele Türkiye’nin Suriye politikasında, bu ülkede yaşanan insani dramın bitirilmesinin yanında en önemli hedef hâline gelmiş görünüyor.

[Türkiye, 17 Aralık 2016]

http://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/prof-dr-kemal-inat/594626.aspx


****



Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezi



Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezi,



Onur Dikmeci

Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezi


Türk  Atlantik Gençlik Örgütü tarafından düzenlenen Youth Ministerial Meeting 2015, Antalya ile eş zamanlı Bilgesam Yıldız Teknik Üniversitesi işbirliği ile Yıldız Teknik " Kırmızı Salon" da yuvarlak masa toplantısı şeklinde icra edildi. Nato Kolordu Personeli, Harp Akademileri mensupları ve Sivil Toplum kuruluşu yöneticilerinin yer aldığı toplantıda bizde Haliç Üniversitesi Mezunlar ve Mensuplar Platformu bünyesindeki strateji merkezimiz Terör Ve İstihbarat Araştırmaları Merkezini temsilen oradaydık. Üst düzey entelektüel atmosferin hakim olduğu ortamın bütün üniversitelere örnek olmasını diliyorum. Abd'de beş bin civarındaki üniversitenin her bir tanesi Think Thank misali misyona sahipken, Türk Üniversiteleri bu hususta gayretlide olsa henüz çok yetersiz bulunmaktadır. 

Nato'nun geleceği

Rusya krizi, Ürdün Nato yakınlaşması ve Nato kriz yönetiminin değinildiği toplantı aslında Nato'nun varlığını olumlu veya olumsuz minvalde sorgulama ihtiyacı doğurdu. Sınır güvenliği konusunda alternatifsiz bir kollektif yapı olan Nato diğer hususlarda performans karnesi bakımından ne derece başarılıdır? Aslında güvenlik çalışmaları stratejik çalışmalar adı ile Uluslararası İlişkilerin bir alt dalı olarak 1930'lardan itibaren literatürde yer bulmaktadır. Tabi bu başlık realist dönemin özelliklerini taşırken doğal olarak devlet temelli bir güvenlik perspektifinin salt askeri olanaklar dahilinde incelenmesi ve irdelenmesidir. Soğuk savaşın tamamlanmasıyla zirveye çıkan kapitalizm ve kürselleşme, sert gücün artık yumuşak hatta post modern toplum tipinde Smart güç olarak evrilmesine sebebiyet vermiştir.  Güvenlik politikalarına da yansıyacak bu değişim devlet orjinli bir güvenlik yerine birey ve devlet dışı unsurların başat olduğu bir perspektifi doğurur. Bu yeni güvenlik anlayışı askeri gücü yine ele almakla birlikte en az askeri faktör kadar önemli siyasi, çevresel, teknolojik, ekonomik ve toplumsal başlıklara da yer vermektedir. Zaten Nato 1991 zirvesiyle değindiği; siyasi istikrarsızlık ve küreselleşecek terörün konvansiyonel saldırılardan daha önemli olduğu bildirisiyle kendisini yeniden tanımlayarak post modern dünyada da yer alacağını belirtmişti. Nato askeri tehditler dışındaki ögelere teoride çok iyi yer vermesine karşın pratikte ise esasen bunun çokta geçerli olduğunu söyleyemeyiz. Afganistan ve Irakta Ulus İnşaalarının başarısızlığı, akınsal göçün engellenememesi, özellikle Ortadoğu'daki radikalleşen unsurlar karşısındaki belirsizlik halen çözülmeyi bekleyen önemli birer sorun olarak durmaktadır. Demekki Nato'nun, kriz yönetimleri hususunda yetişmiş personel ihtiyacı üst düzeyde bulunmaktadır. Yirmi seneden fazla süredir yeni güvenlik teorilerine vurgu yapan bir teşkilatın son Rusya krizine de hazırlıksız yakalandığı göz önünde bulundurulursa, Nato rakipsizliğine rağmen halen büyük eksiklere sahiptir. 

Nato Projeksiyonu

1) Nato'nun yayılma çabası, Rusya'yı agresifleştireceğinden istihbarat ve özellikle yumuşak güç uygulamalarını öncelikli hedef belirlemelidir. 

2) Azerbaycan ve Gürcistan ile ikili ilişkiler üst düzeye çıkartılmalıdır. 

3) TSK'nın yeniden yapılandırılması kapsamında numaralı ordu komutanlıklarının kaldırılıp, müşterek ordu komutanlıklarına geçilmesinde Türk ordusu desteklenmelidir. 

4) EPAA kapsamında Orta Asya'ya üs kurulmalarının çalışmaları yürütülmeli Orta Asya üsleri, Türkiye'de oluşturulacak Avrasya Müşterek Kuvvetler Komutanlığına bağlanmalıdır. 

Elbette geleceğin projeksiyonu için onlarca madde belirlenebilir. Burada maddelerin niceliğinden ziyade niteliği önemlidir. Esas maksat asimetrik savaşlar karşısında hazır olmak ve Rusya ile Çin'i çevrelemek yerine SINIRLANDIRMAK olmalıdır . 

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/05/youth-ministerial-meeting-2015.html

..

ORDU VEFASIZ MI SİLAHLI KUVVETLER VE DÖNÜŞÜM



ORDU VEFASIZ MI  SİLAHLI KUVVETLER VE DÖNÜŞÜM,





ONUR DİKMECİ
24 Mayıs 2015 Pazar


Grupların psikolojik oluşum ve kökenlerinin tahlilini amaçlayan sosyolojik tespit toplumsal kimlik olarak adlandırılır. Bir gencin siyasi bir grup, farklı arkadaş çevresi veya sosyal bir klüp dahilinde yer alması kendisinin belki de en mühim kimliği olmuştur. Yeni grubuyla veya çevresiyle özdeşleşme eğilimi gösterirken kimliksel grubunu, benzerleri ve diğerleriyle karşılaştırararak grubu lehinde düşüncelere haiz olmaktadır. Artık yegane arzusu yeni kimliği olan birey, bunu muhafaza edebilmek için bedel ödemeye hazırıdır. Bu örneği politik çerçeveye uygulayabiliriz. Kurulduğu zaman cazip bir güç olan Nato, Türkiye'nin kimlik arayışında mühim bir topluluktur. 

Buna göre Nato'ya dahiliyet, askeri modernizasyon, askeri yardım, askeri güvenlik, ülksel ideolojik mekanizmanın bozulmadan devam edebilmesi için azami oranda lüzumludur. Türkiye bu birlikte yer edinebilmek için hazırdır. Nato'ya kabul, yeni Batılı bir kimlik yaratırken, bu savunma konseptinde sağlıklı beraberlik istenilenlerin uygulanmasıyla mümkün olacaktır. 

Bu örnekler kurumlar açısından da geçerlidir. Özellikle modern öncesi dönemde Ordu, Türk toplumu için yegane kimlik olarak kabul edilebilir. Kişi önce çoban, çiftçi, aile reisi ya da salt insan değil askerdir. Diğer bütün kimlikler akabinde yer alacaktır. Ordu'ya dahil olamayan bir insan toplumsal kimlik taşımadığından toplum açısından yok hükmündedir. Ordu bu ayrıcalıklı konumunu Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarında da bütün ihtişamıyla korur. Toprak kayıpları, ağır borçlar; askeri kabiliyet yetersizliğinden kaynaklandığı teorisiyle, çöküşün önlenebilmesi ve aydınlanma modernize edilmiş ordu eliyle sağlanabilecektir. Pek tabii ki ''seçilmiş'' ve ''farklı'' subaylar, devletin de milletin de teminatı olarak görülürler. Yeni rejim Cumhuriyet'te yine ordunun konumu korunur. Osmanlı zamanında üretim araçları ve sermaye hanedanlığa katiyyen ortak olamayacak gayrı müslimlerin elinde bulunduğundan yerli burjuvazi oluşamamıştır. Buharlı makinalar, parti üretimi gibi kavramların bilinmemesi usta-çırak geleneksel yapısının sürekliliğini sağladığından büyük kümeli işçi sınıfıda oluşamamıştır. Geriye tek örgütlü grup olan Ordu kalmaktadır. Ordu hem savaşacak hem rejimi koruyacaktır. Ordu sosyal hayatta söz sahibi olacak bürokrasiyi oluşturacaktır.


Ordu aynı zamanda yeni sistemin de öznesi olmuştur. İmtiyazsız her vatandaşın yerine getireceği askerlik hizmeti ile farklı kültürlerin kaynaşmasında aracılık edecek, Türk ulusçuluğunun dinemiklerinden olacaktır. 

Askeri mektep kökenlilerin çalışmaları ve eserleri artık yeni ulus sisteminin argümanlarıdır.  M.Saffet Ergin .'' Türk milliyetçilik cereyanı tarihini yazarken askeri zümreye eşsiz bir yer verilmesi icap eder.'' sözü ayrıcalıklı kişi asker tanımına uygundur. Bu tarihi ve sosyolojik saptamalara göre ordu mensupları genel olarak, sivillerden daha vatansever, cesur, kabiliyetli ve zekidir. Özel seçilmiş ve özel eğitimlerden geçmiş kişiler olarak kurumları sıradan olmadığı gibi hiçbir kurumla mukayese edilemez. Diğer kurumlar ikincil statülüdür ve yönetilen hükmündedir. Emniyet, istihbarat, üniversiteler, yüksek rütbelilerin istihdam edildiği ve silahlı kuvvetler vizyonu doğrultusunda şekillendirilecek müesseselerdir. Bu özgüven siyasete müdahilin lüzumlu hallerde zaten olağan olduğu fikriyatını taşır. Dolayısıyla üstün kurum kültünün mensuplarıda eşsiz bir aidiyet hissedecek, bu uğurda ailelerinden uzakta katı disiplin koşullarıyla yatılı okumaya razı gösterecek, çok yüksek olmayan maddi gelirle yetinecek ve toplum içinde her daim her hareketini kontrol altında tutacaktır. Bu kurumsal aidiyetin bedeli de budur ve ödenir.


Sağ-Sol çatışmasının kesif yaşandığı yıllarda Ordu gövdesiyle ve başıyla büyük oranda anti sovyet tutum izleyip, güvenlik paradigmalarını bu doğrultuda şekillendirecektir. Ordu içerisinde azılı bir marksiste yer yoktur. Fakat böyle olsa bile , sol eğilimli subaylara, sağcı polisler tarafından işkence yaptıran General affedilmez.  Tümgeneral Osman Fazıl Polat anında ihraç edilir.  Subaylar bunu unutmayacaklardır...

Yukarıda yaptığımız değerlendirmeler yakın geçmişte büyük değişim göstermiştir.  Meşhur askeri davalarla başlayan süreç ordu çevresi için yegane hayal kırıklığı olmuştur. Silahlı Kuvvetler mensupları iç hizmet kanunu madde 39'da vurgulanan icabında canını hiçe sayarak silah arkadaşına yardım etmek hükmünün uygulanamadığı, tepki istifalarının olmadığı, personelin yalnız bırakıldığı en büyük tahammülsüzlüğün askerlerin birbirlerine kayıtsızlığı olduğu vurgulanmıştır.

Bu saptamalar Ordu vefasız mı? 

  Kurumsal aidiyet zayıfladı mı? sorularını herdaim gündeme getirmiştir. Örneğin, resmi ideoloji Kemalizm üzerinden sosyal siyasi hayatın içerisinde meşruiyetini sağlayan Ordu, Kemalizm alanında pekçok eser vermiş Toktamış Ateş'in cenazesine çelenk bile göndermezken, hayatını militarizmle mücadele için adamış Yaşar Kemal ve öncesinde Mehmet Ali Birand'ın cenazesine neredeyse tam kadro olarak katılmıştır. (1.Ordu). Postmodern topluma uygun şekillenen postmodern ordu tesisi anlaışlan eski alışkanlıkların reddi ile mümkündür. Profesyonel ordu, akademisyen general gibi kavramların üretildiği siyasi vesayeti sona erecek ordu tipinin ideolojik algılanacak refleksler ile mesafesi şarttır. Fakat bu sefer de bu yeni duruş, diğer ideolojik gruplar tarafından siyasi hamle olarak yorumlanacaktır. Esas olan şu ki postmodern ordu modelinin benimsenmesinin yaınında, mühim kamu diplomasisi aracı olmuş ordunun tamamiyle siyasetten soyutlanması mümkün değildir. Siyaset ile iştigal kötü değildir. Çünkü siyaset demokrasi demektir. 
Fena olan siyaset uğruna vazife gerekliliklerinin feda edilmesidir. 
Bu yazılanlardan sonra sizce ordu gerçekten vefasız mı? 
Yoksa doğan postmodern sürecin sancıları mı?

http://dikmecionur.blogspot.com.tr/2015/05/ordu-vefasiz-mi-silahli-kuvvetler-ve.html


..

Atın bu hainleri Meclis’ten

Atın bu hainleri Meclis’ten


Özgür Erdem



Eylül10/ 2012
Tüm Türkiye “ Mecliste Terörist İstemiyoruz ” diye haykırıyor,

GÜLTAN KIŞANAK,

TÜRKSOLU olarak “BDP kapatılsın” çağrısı yaptığımızda takvimler 27 Aralık 2010 tarihini gösteriyordu. Bu manşeti attığımızda BDP’liler sözde demokratik özerklik taleplerini dile getiriyor, “iki dilli”, “iki parlamentolu”, “iki bayraklı” yeni bir devlet öneriyorlardı. BDP maalesef o dönem kapatılmadı. Yandaş medya o günlerde BDP’nin PKK’dan farklı olduğunu, yasal siyaset yolları kapanırsa PKK’nın daha da güçleneceğini savunuyordu.


Ardından 2011 seçimleri yaşandı ve BDP milletvekili sayısını da artırarak tekrar Meclis’e girdi. Biz de “Mecliste terörist istemiyoruz” kampanyası başlattık. Bütün BDP’li milletvekillerinin PKK’yı ve Apo’yu öven demeçlerinden örnekler vererek BDP’nin PKK’dan bir farkı olmadığını ortaya koyduk. PKK’yla mücadele için BDP’yi kapatmanın ve BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılarak tutuklanmasını savunduk. Ancak o dönem de bu önlem maalesef alınmadı. Ve 2012 Eylülüne geldiğimiz şu günlerde her şehit cenazesinde, PKK’nın kanlı eylemlerinin her birinden sonra Türk milletinin meydanlarda en çok attığı slogan “Mecliste terörist istemiyoruz” haline geldi.
2011 seçimlerinde Meclis’e girdiklerinden beri BDP’li milletvekilleri, genel başkanlarından en sıradan milletvekiline kadar tümü, PKK’yı desteklemeye, PKK adına Türk devletine ve Türk milletine tehditler yağdırmaya devam etti.
Ancak bardağı taşıran damla BDP’li birkaç milletvekilinin Hakkari’de PKK’lı teröristlerle kucaklaşması oldu. BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak ile milletvekilleri Aysel Tuğluk, Ertuğrul Kürkçü, Sabahat Tuncel, Esat Canan, Adil Kurt, Nazmi Gür, Halil Aksoy ve Hüsamettin Zenderlioğlu’nun verdiği görüntü Türk milletinde büyük infial uyandırdı.
Kucaklaşmanın yaşandığı Şemdinli de tabii ki bilerek seçilmişti. Şemdinli’de sözde kurtarılmış bölge ilan etmeye çalışan PKK, son aylarda bu şehirde saldırılarını artırmış ve Türk devletiyle bir hakimiyet mücadelesine girişmişti. PKK’lı teröristlerle büyük çatışmaların yaşandığı, PKK’lıların “Şemdinli’de artık Türk devleti yok” propagandası yaptığı bir dönemde BDP’lilerle PKK’lılarla kucaklaşması açıkça devlete bir meydan okumaydı…
BDP’nin PKK’dan bir farkı olmadığı kanıtlanmıştır.


Şimdi Türk devletinin kararlılığını gösterme zamanı.
Artık “BDP yasal parti, bölücülerin Meclis’te politika yapması PKK’yı zayıflatır” gibi tezlerin hiçbir hükmü kalmadı. Bu tezlerin ne kadar yanlış olduğu açıkça kanıtlandı. Gültan Kışanak’ın “Sarıldığım bir düşman değildi.” açıklamasından daha büyük bir kanıt olabilir mi?
BDP’lilerin PKK’lılarla kucaklaşması aslında bir malumun ilanıydı. Yıllardır liberal yazarların ve Kürt-İslamcı yandaş medyanın yürüttüğü propagandanın çökmesi anlamına geliyordu. Nitekim bu durumu yandaş medya da görmüş durumda. Eskiden BDP ile PKK’nın ne kadar farklı olduğu hakkında destanlar yazan kalemlerin bugün BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını savunduğunu görüyoruz.
Bunca zamandır neredeydiniz demiyoruz. Önemli olan doğru adımın atılmış olmasıdır.
AKP 2 yıldır PKK’ya karşı bir savaş açmış durumda. İlk adım olarak KCK operasyonları başladı ve PKK’nın şehir yapılanmasına büyük darbe indirildi. BDP’li pek çok belediye başkanı ve BDP’nin pek çok il ve ilçe yöneticisi ve tabii ki yüzlerce üyesi KCK davasından şu anda yargılanmakta. KCK operasyonları o kadar başarılı oldu ki, yıllardır BDP’nin güçlü olduğu illerde düzenlediği binlerce insanın katıldığı PKK’ya destek gösterilerinin hiçbirini artık yapamıyorlar.
Bir başka adım ise PKK’nın mali kaynaklarına indirilen darbeydi. Türkiye’de uyuşturucudan akaryakıta, sigaradan insana, her tür kaçakçılığı organize eden ve denetleyen PKK’ya bu alanda da darbe üstüne darbe indirildi.
Şimdi sıra PKK’ya Meclis kürsüsünden destek yağdıran BDP’li milletvekillerine geldi. Tüm bu gelişmeler her ne kadar gecikmiş de olsa, bir Atatürkçüyü olsa olsa sevindirir. PKK’nın şu veya bu şekilde güç kaybetmesi herhangi bir Türk’ü elbette mutlu edecek bir gelişmedir.
Özellikle son iki ayda, PKK saldırılarını bu kadar artırmışken, devletin yapması gereken teröristlere kararlılığımızı göstermek ve Türkiye’nin dört bir yanındaki düşmanlarının bir piyon gibi kullandığı PKK terörüne devletin ve milletin teslim olmayacağını bütün dünyaya kanıtlamaktır. BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak bu açıdan son derece önemli adımdır.
PKK borazanı BDP susturulmalı
BDP’lileri Meclis’ten atmak, teröristlerin ve destekçilerinin moralini bozacak, terörle mücadele eden asker ve polislerimize, teröristlerden nefret eden Türk milletine, terörle mücadeleye evlatlarını, eşlerini şehit vermiş şehit yakınlarına ise moral verecektir. Son iki yılda köşeye sıkışan, AKP’nin Kürt Açılımı politikalarından vazgeçip PKK’yla savaşma stratejisine dönmesi nedeniyle AKP iktidarının ilk dönemindeki gibi rahat hareket edemeyen terör örgütü, kendi tabanının moralini yüksek tutmak, Türk milletinin ve ordumuzun ve polisimizin moralini bozmak için hain propagandasına dur durak vermeksizin devam ediyor.
“ Şemdinli’de Devlet Kalmadı.”
400 km yol PKK tarafından kontrol ediliyor.
Türk Ordusu PKK’ya karşı savaştı yeniliyor.
gibi propagandaya PKK’lı yayın organlarında sıkça rastlıyoruz. BDP’li milletvekillerinin Şemdinli’de PKK’lı teröristlerle kucaklaşması da işte bu propagandanın bir adımıydı. “Bakın,” diyorlardı. “Devlet Şemdinli’de yok. Gidiyoruz, yollarda PKK’lılarla karşılaşıyoruz.”
BDP’lilerin devlete bu meydan okumasına gerekli yanıtı vermek için teröristlerle kucaklaşan tüm milletvekillerin hapishaneye, o çok sevdikleri teröristlerin yanına göndermek gerekmektedir.
BDP’liler yıllardır kendilerini “halkın seçtiği temsilciler” olarak göstermeye çalışmaktadır. PKK’lıların silahlı baskısı altında, kim bilir ne hileler ve tehditlerle topladıkları oylarla Meclis’e giren bu BDP’li milletvekilleri halkın temsilcisi falan olamaz. Üstelik milletvekilleri sadece seçildikleri ilin temsilcisi değildir. Bir Hakkari milletvekili bütün Hakkarililerin oyunu almış bile olsa Türkiye’nin sınırlarını değiştirecek hainliği yapma hakkını kendinde nasıl bulabilir? 15-20 bin kişiden aldığı oyla 70 milyonun yaşadığı bir ülkenin sınırlarını değiştirmeye nasıl cesaret edebilir? Bu mudur halkın iradesi? Bu mudur temsiliyet ilkesi?
BDP’li milletvekilleri Güneydoğuda yaşayan insanlarımızın değil PKK’nın temsilcisidir.
Hainler
Dünyada bütün ülkelerde ceza hukukunda affı mümkün olmayan cezalardan belki de en önemlisi vatana ihanettir. Hiçbir ülke casusluk yapanı, hainlik yapanı, kendi devletine kurşun sıkanı savunanı affetmez. Milletlerin vicdanı da hainliği kabullenemez.
Onlarca şehit vermişiz. Gaziantep’te 1 yaşındaki bebeklerimizi katletmişler. Aynı günlerde, tam da çatışmanın en yoğun yaşandığı Hakkari Şemdinli’de teröristlerle kucaklaşıyorlar.
Bundan büyük Hainlik olur mu?
Bırakın bilinçli bir yurttaşı, insan olan kabullenemez bu tabloyu.
Öyleyse gereken yapılmalıdır. Öncelikle teröristlere sarılan hainlerin dokunulmazlıkları kaldırılmalı ve BDP’liler hainliklerinin cezasını çekmelidir. Daha sonra bu hainleri besleyen partileri BDP de kapatılmalı, benzer bölücü parti kurmaları da engellenmelidir. Yalnız BDP değil, ileride kurulacak bütün benzerleri de kurulur kurulmaz kapatılarak bölücülüğe güçlenebileceği, kendini ifade edebileceği hiçbir yasal zemin bırakılmamalıdır.
Terörü destekleyenler teröristlere uygulanan cezaya layıktır.

http://www.turksolu.com.tr/atin-bu-hainleri-meclisten/

..

Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu, BÖLÜM 2



Askeri Darbeler, Türkiye'de Askeri Darbe Olur mu, BÖLÜM 2





Prof. Dr. Bayram Bayrakdar
13 
Haziran 
 2016
bayrambayrakdar


“(…) Meğer 12 Mart 1997’nin cumartesi günü Washington’da dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın çağrısı üzerine Bakanlık binasının yedinci katında Türkiye ile ilgili bir toplantı yapılmış. Bu toplantı, 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısından hemen iki hafta sonra düzenlenmiş. Hatırlayın… RefahYol, haziranda iktidardan gitti. Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi toplantıdaymış. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o toplantıda konuşulmuş. O toplantıdan çıkan genel eğilim, ‘doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükûmet gitmeli’ olmuş.” Cengiz Çandar, Taraf, 16 Nisan 2012.

Türkiye’nin içinde bulunduğu yerel ve bölgesel dayatmalarla yaşamak zorunda kaldığı sorunlarını, küresel iradenin/iradelerin etki ve yansımaları ışığında değerlendirmek gerekir. Önce şu konuyu, özellikle, belirtmeliyim ki, Soğuk Savaş sürecinde Türkiye, politikacısından bürokratına, çok önemlidir, hâttâ TÜSİAD’a varıncaya kadar, Soğuk Savaş sürecinin rehavetiyle NATO’ya ve tabii ki ABD ve onun gölgesinden bir türlü kopamayan Batılı ortaklarına stratejik dış sorunlarını ihale etmişti. Kıbrıs ve Ege Sorunu bu konuların başında geliyordu.

Yaşanan istenmeyen gelişmelerin etkisiyle, Türkiye’de Anti-Amerikancı bir siyasi hareket uç vermeye başladığında, kısmen bu nitelemelerde gerçek payı yok değildi, ama, Türkiye’nin ulusal bağımsızlığı konusunda duyarlılık gösterenler ya komünist ya ultra milliyetçi ve/veya faşist ya da şeriatçi yaftalamalarla susturulmaya çalışılırdı. Bu dönemde NATO’nun, yâni Amerika’nın ve Batı’nın emir ve talimatlarından bunalan Menderes’ten Demirel’e, Ecevit’ten Erdoğan’a-siyasal liderler ABD’nin nüfuzuyla gelmiş olsalar bile- Türkiye’nin ulusal çıkarlarının ve jeopolitiğinin bir sonucu olarak kimi zaman NATO’yu, yâni tabii ki ABD’yi ciddi önlem/önlemler almaya yöneltmiştir ki, askeri müdahaleler de bu önlemlerin Soğuk Savaş süreci parametrelerinden sayılmalıdır.
28 Şubat Post-modern Darbesini de küresel iradenin dayatmalarıyla açıklamak gerekir. Keza, Ergenekon ve Balyoz vb. soruşturmaları da ülkenin ciddi kurumlarına ve aydınlarına karşı yapılmış küresel iradenin ciddi operasyonları olarak değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmede çelişki bulunmamaktadır.
Ünlü tarihçi Eric Hobsbawm, yirminci yüzyılı Amerikan yüzyılı olarak tanımladı ve haksız da değildi. Günümüzde Amerikan İmparatorluğu’nun Yeniden İnşası yeni karmaşaların ardında saklı duran ve nihayet 2000’li yılların yaklaşmasıyla ortaya çıkan yeni bir projeye ihtiyaç duyacaktı. Proje, kimileri bunun farkında olmasa bile, gerçekte, tüm dünya toplumlarını yakından ilgilendiriyordu.
Hükûmet Darbesinin ve onun gerisinde yatan zihniyetin doğasını Troçki açıklamıştı: Siz savaşla ilgilenmiyor olabilirsiniz; ama, savaş sizinle ilgilenecektir. 11 Eylül’ün sonuçları herkesçe bilinmektedir. Arap Baharı adı altında başlatılan Turuncu Devrim girişimlerinin bölgeyi nereye götürdüğü açıktır. Sovyetler’in dağılmasından sonra Doğu ve Orta Avrupa toplum ve devletlerinin yeniden yapılandırılması, Ortadoğu’da devam ede gelen Turuncu gelişmeler, Balkanlar’ın kan gölüne dönüşü ve uzak olmayan bir gelecekte Kafkasya. Azerbaycan-Ermenistan muharebelerini bunun habercisi olarak değerlendirmek gerekir. Çatışmanın tohumları, 1992’de Karabağ’ın bir soykırımla işgal edilmesinde ekilmiştir. Çin, Hindistan ve Kafkasya gibi stratejik öneme sahip coğrafyalar, ABD’nin satranç tahtasında yer almaktadır.
Küresel kapitalist imparatorluğun; ideolojik, askerî, mali, hukuksal ve kültürel tahakkümü altına alınan devletler ve toplumlar, iktidarda hangi siyasal eğilimli partiler olursa olsun, egemenliklerini çürütmek suretiyle iflâsın baş sorumlusudurlar. Modernizm fetişizmine saplanan, reform/yenileşme yanılsamaları, egemen bloklara dayalı kurtuluş formüllerine sarılan hükûmetler/devletler, yalnızca intihara doğru sürüklenmeye mahkûmdurlar. Böyle bir durumda politik iktidarlar, güçlerinin, salt silâhlı kuvvetler, ordu, polis ve gizli servisler vb. kurumlar aracılığıyla, iktidar ve güçlerini pekiştirme adına, bir gövde gösterisine dönüştürdükçe, kendi çukurlarını kendileri zaten kazmaya başlamış olmaktadır. Bu bağlamda ABD-Türkiye ilişkileri oldukça karmaşık bir hâl almıştır ve bilinenler buzdağının görünen kısmıdır.

Günümüzde darbe 
söylentilerini nasıl 
değerlendirmek gerekir?

Ulusal ve küresel ölçekte stratejik ve jeopolitik konular üzerine ciddi bir analist olarak gördüğüm Yavuz Alagon, 26 Mart 2016 tarihli Senaryolar ve Program başlıklı yazısında muhayyel darbe olasılığı üzerine şu değerlendirmede bulundu:
“Atlantik ötesinden bir hamle geldiğinde, ‘Acaba bize ne yapacaklar?’ gibi bir sorunun çevresinde herkes senaryo yazmaya başlıyor. Senaryolarda programatik [sistematik demek istenmiş olabilir mi ?!] içerik çok az, paranoya ise bazen aşırı derecede. Kıyamete doğru çeşitli alametlerin belirdiği gayet açık. AKP’ye karşı Fetöcü darbe girişimi küreselleşirken, Reis’in şahsında hükûmete yönelik sert çıkışlar Amerikan marjinal medyasından giderek merkez medyaya taşındı ve nihayet iki önemli Amerikalı şahsiyetten biri, ‘Erdoğan’ın yolsuzlukları buzdağının görünen ucu’ ”derken; diğeri, ‘Vaşington Erdoğan sonrasına hazır’.”

Alagon, öngörülerini şöyle sıralıyor:

“…Çok çeşitli senaryolar var: askeri darbe, turuncu devrim, iktidarın parçalanarak ne yapacağını bilemeyen TSK’nın kucağına düşmesi, AKP içinde bir darbeyle iktidarı ele geçirenlerin Reis’i tecrit etmesi ya da emperyalizmin, ölümü göstererek iktidarı sıtmaya razı etmesi. Bunların hepsi olabilir; ancak şu bir gerçek: Ülkemizin aydınlanmış kesiminde son on üç yılda öyle bir dehşet, yabancılaşma ve öfke birikti ki, açıktan bir hareket olduğu zaman, insanların bayraklarını kapıp ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diye, sokaklara fırlamaları an meselesi olacak. İnsanlar gericiliğin, şiddetin ve yolsuzluğun hayatın her alanından silinmesini, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine dönülmesini, halk egemenliğinin kayıtsız şartsız iadesini talep edecekler, çocuk tecavüzlerine, dini eğitime, kadın cinayetlerine, bölücülüğe ve ümmetçiliğe karşı tıpkı 2007 yılının Nisan ve Mayıs’ındaki, 2013 yılının Haziran’ındaki gibi harekete geçerek meydanları dolduracaklar. ‘Cumhuriyet düşmanı hırsızlar, anti-emperyalist oldular’ diyerek Saray’ı savunanlar orta yerde kalacaklar ve her türlü desteği kaybedecekler. Peki sonra ne olacak?”
Ortaya çıkacak, özellikle kontrolsüz ya da kontrolden çıkan halk hareketlerinin, kimlere yarayacağı uyarısını da ihmâl etmiyor:
American Enterprise Institute’(AEI) Neo-Con Michael Rubin, şişe kapağı değiştirir gibi konuşuyor. Örneğin, ‘Darbe hükûmetiyle çalışırız’ diyor. Rubin’in kafasında halk kavramı, yâni bir bakıma tarihsel derinlik yok. Konuyu sadece teknik boyutta değerlendiriyor.
“Turuncu iktidar ya da darbeciler ya da birileri Gül-Arınç-Fetö hükûmeti mi kuracaklar, emperyalizmin kucağına iyice oturarak aynı iktisat politikalarını mı sürdürecekler; federatif-gerici-bölücü anayasa çalışmalarına, dolayısıyla ‘çözüm süreci’ne kaldıkları yerden devam mı edecekler, sokaklara çıkan kitleler de sükûnet içinde evlerine mi dönecekler? Bu, bize bağlı.

Öngörülen düşünce ışığında, yapılması gereken tutumun, “Biz kendi kurucu irademizi oluştururuz, kendi kaderimizi sizden bağımsız olarak tayin ederiz”, şeklinde olması gerektiği üzerinde duruyor. Ben, bu yaklaşımı millî ve devrimci bir halk hareketiyle sonuca ulaştırmanın, küresel etki ve güç iradelerine ve onların içerideki aparatlarına karşı, mümkün olabilecek başarıya en yakın olasılık diye değerlendirmek istiyorum.

Hükûmet Darbelerinin Tekniği Üzerine

Burada, devrimin ve/veya darbenin doğasını tartışarak Rus Devrimi’ni ihtilâl yöntemi açısından değerlendirmenin ve günümüz insanına bir tutum sunmanın yararlı olacağını düşünüyorum. 1917 yılında, Menşeviklere karşı ihtilal yapmaya hazırlanan Bolşevik Lenin ile adamları arasında görüş ayrılığı vardı.
Malaparte’nin, Hükûmet Darbesi Tekniği başlıklı kitabından alıntılanan, İhtilâller ve Darbeler Tarihi’nde yansıtılan bilgilere göre, Ekim Devrimi’nin, stratejisinin Lenin, darbe tekniği yaratıcısının ise Troçki olduğu belirtilir. Darbe tekniği için Troçki şunları söyler:
“Taktikle yetinmeli, sınırlı bir alanda ve olabildiğince az adamla harekete geçmeli, kuvveti belli başlı hedeflere toplayıp, sert ve doğrudan saldırmalı. Bu tekniğin karışık bir tarz olmadığını belirtmeliyim. Tehlikeli şeyler, daima, basittir.”
Ekim Devrimi’nin öngününde Bolşevik kurmayı, iki başlıydı ve iki ayrı taktik üzerinden çatışmaktaydı. Aralarında Stalin’in bulunduğu Sovyet Komisyonu, işçi kitlelerine ve asker kaçaklarına dayanarak geniş tabanlı bir halk ayaklanmasıyla önce hükûmeti devirip, sonra devleti ele geçirmeyi öngörmekteydi. Troçki’nin ise yalnızca darbeyi gerçekleştirecek 1000/bin fedaisi bulunmaktaydı. Troçki, önce devleti ele geçirip sonra hükûmetin işini bitirmek gerektiğini savundu. FETÖ, PKK ve tüm paralelciler de önce devleti ele geçirme tekniğini denememişler miydi? Amaç açısından farklı olsalar bile, İttihatçılar da Hürriyet-i Osmaniye Cemiyeti ile devlete egemen olmayı amaçlamışlardı; ancak, onlar, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” formatıyla donanmışlardı ve “Abdülhamit giderse tüm sorunlar çözülür, anasır-ı Osmaniye tekrar birlik ve beraberlik içinde yaşayabilirdi” şeklinde bir algı içindeydiler. Balkan Savaşları İttihatçıları romantik hülyalarından uyandırdı!
Bolşevik Devrimi’ne dönecek olursak, görünürde tüm gelişmeler, komisyonun halk ayaklanması taktiğine hak vermektedir. Meşruiyet arayışı açısından bu belki de kaçınılmazdır; ama, Troçki’ye göre, doğrudan devlet darbesi yapmak için, halka gerek yoktur ve istenen darbe, çok az insanla da başarılabilir. Nitekim Troçki’nin 1000 fedaisi hazır hâlde beklemekteydi. 24 Ekim’de aslında aylardan beri hazırlıklarını yapmış olduklarından, bir emirle, hem de gündüz, harekete geçtiler.

Antonof Ovseyenko adlı eski asker, yüksek matematikçi, satranç oyuncusu bir mühendisin emrinde, gün gelince yapacakları hareketleri hiç sezdirmeden ve herkesin gözü önünde, sanki eğitim yapıyormuş gibi, üçerli ve dörderli timler hâlinde yüzlerce kez tekrarladılar. Hareket emri verildiğinde, Petrograd/Sankt Petersburg kentine birkaç saat içinde hâkim oldular. Önceden saptadıkları tehdit unsuru gördükleri kişileri, evlerinde basıp yataklarında öldürdüler.
Menşevikler ise olası bir karşı harekette devleti ele geçirmenin yolunun hükûmete saldırmaktan geçtiğini düşünerek, tüm polis ve asker güçlerini bakanlıkların, hükûmet konaklarının, korunması gereken binaların önünde konuşlandırmışlardı. Oysa, Troçki darbesini uygulamaya koyarken eylemsel olarak saldırılar, Menşeviklerin beklediği bu noktalara yapılmadı.
Malaparte, 1917 Devrimi’nin önde gelen isimlerinden biri olan Lev Davidoviç Troçki Лев Давидович Троцкий’nin yerini ve değerini şöyle yansıtır:
“Darbe politik değil teknik bir iştir. Sınırlı bir alanda, devletin hayatî organlarına dosdoğru ve sert bir şekilde vuracak teknisyenler gerekir. Dolayısıyla darbeyi mümkün kılmak sosyal ve politik çabalarla olmaz. Organizasyon, taktik ve teknik bilgi ister.”
Çeşitli propagandaların etkisinde kalan zihnimiz, 1917 Bolşevik İhtilâlini bir halk ayaklanması, geniş halk yığınlarının başarısı gibi görmektedir; ama, Malaparte’nin gözünde hadise çok daha teknik boyutta değerlendirmektedir; Troçki Moskova’yı küçük bölgelere ayırmış ve stratejik noktalar belirlemiştir. Tren garları, elektrik, gaz dağıtım merkezleri, telgraf büroları, yâni kısaca, devletin işlemesini sağlayan her şey.

Troçki’ye göre; Plân, oldukça basittir: Tüm stratejik noktaları ele geçirmek, devleti durdurmak, darbeyi yapan ekibin, kendini ispat etmek istediği aşamada, sistemi yeniden işletmek. Böylece “yeni hükûmeti” halkın gözünde meşru, devrilen hükûmeti ise beceriksiz ve hain göstermek.

Curzio Malaparte, Devlet Darbesi Teknikleri başlıklı kitabında; Troçki’nin Bolşevik İhtilali sırasında kullandığı bu darbe tekniğini, tarihteki en başarılı darbe tekniği olarak nitelendirir. Bu görünmezlik taktiğinin, başlangıçta bir dizi suikast sanıldığı için, gözden kaçırıldığını ve başarısını bu görünmezliğe borçlu olduğunu anlatır. Troçki’nin darbe tekniği, daha sonra faşistler tarafından İtalya ve Almanya’da, komünistler tarafından Çin’de de uygulandı, aynı sonuca ulaştı. Kimi açılardan 28 Şubat’ı Troçki tekniğinin bir versiyonu biçiminde değerlendirmek yanlış olmaz.
Günümüz Türkiye’sine dönersek; eski Pentagon yetkilisi Michael Rubin’in duyurusuyla verilen mesajlarla ilgili olarak Türk toplumunda, basına yansıdığı/yansıtıldığı kadarıyla, genel kabul gören, muhataplarına yönelik başlıca şu mesajlar dikkat çekmektedir:
– Türk Silahlı Kuvvetleri’ne; darbe yaparsanız destekleriz!
– Türk kamuoyuna; “Canlı bombaları boşuna patlatmıyoruz. AKAPE yönetimi gidicidir, ABD planını destekleyin. ABD’ye rağmen bu ülkede istenen ve beklenen gelişmeler olmayacaktır. Özellikle Ankara’da Genelkurmay’a yakın kavşakta patlatılan bomba yüklü araç, erbabınca, orduyu askeri darbeye zorlama olarak değerlendirilmelidir.
– Bölücü Terör Örgütüne; dayanın Türkiye karışacak.
– Muhalefet adı altındaki legal ve illegal dinci, bölücü şer güçlere; elinizi çabuk tutun, bir hükûmet seçeneği oluşturun, tarzındaki uyarıcı tutumlar, bu düşüncelerin ışığında değerlendirilmelidir.
Türkiye’nin, NATO dışında kontrolden çıkan arayışlarına karşı slogancı, görünüşte Atatürkçü, gerçekte Amerikancı yöntemlerle kendi halkını ve gençliğini zapturapt altına alma süreçleriydi, bu darbeler silsilesi. 12 Mart sürecinde, benim analizime göre, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları, ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin arabasının ODTÜ’lü bir grup öğrenci tarafından yakılması ve bu öğrenci önderlerinin adı geçen gençler olmalarındandı. Gençlerin idamlarıyla ilgili TBMM’deki ilk oylamada Demirel ve Türkeş oylamalara katılmadılar, ikinci oylama sonucunda ise idama karşı açıktan tepki vermesine karşın, CHP, konuyu Yargıtay’a götürmedi. Dış iradenin gücüne karşı TBMM’deki siyasal partiler bu konuyu sürekli, popülizm için birbirlerine karşı kullandılar. Günümüzde, benzer biçimde, dış dayatmaların gölgesinde politika geliştiremeyen partiler, halk deyişiyle kayıkçı kavgası yaparak çaresizliklerini sergilemekteler. İktidar ve muhalefetiyle bu gidişle sorumsuz davranışlarının ilkesizliklerinin bedelini bir biçimde ağır öderlerse buna şaşılmamalıdır.
Geçmişte de ne siyasal partiler ne de TBMM, söz konusu küresel iradenin dayatmalarına genellikle direnememekteydi. Nitekim 12 Eylül 1980 Darbesi sonucu Devrimcisinden Ülkücüsüne, cezaevlerinde toplandıklarında ve sorgulama sonucu, yaşadıkları akıbetlerine bakarak, esasta, geçmişte kimler, kimlerle, kimler için ve niçin boğuşmuş olduklarını acı tecrübeyle ve fakat, o kadar da çok geç anlamış olacaklardı!

Troçki tekniğinin dışında, dünya ihtilâllerine/devrimlerine, karakteristiği yönüyle prototip olması açısından Mustafa Kemal Atatürk, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, Alman ittifakının genel bir savaş sonucu iflâsının arkasından mucizevi Türk Devrimi’ni gerçekleştirdi. Kurtuluş Savaşı’yla gelen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin inşa süreci bize, günümüzde kesinlikle NATO dışı arayışlarla ve milli ve devrimci bir halk hareketiyle, devleti ve toplumu iflâsa ve kaosa sürüklemeden, meşru zeminde istenen millî ve devrimci tutumların ipuçlarını pekâlâ verebilir.

Mustafa Kemal, meşruiyete/legaliteye çok önem vermiştir. Konjonktürün ve jeopolitiğin dayattığı tutumları, iç hukukla birlikte uluslararası hukuku da gözeterek fırsatları değerlendirmiştir. Türk Devrimi’nin dünya devrimleri içerisinde en az kanlı olma niteliğinin gerisinde bu gerçeklik bulunmaktadır. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin ne Atatürkçülükle ne de ulusal egemenlik ve tam bağımsızlıkla ilgisi bulunabilir?
Hükûmet darbelerini analiz açısından Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk Devrimi, Lenin önderliğindeki Rus Devrimi ve Mao önderliğindeki Çin Devrimi bir model olarak değerlendirilebilir. Türk Devriminin oluşu ve işleyişi hâlâ günümüzde bile orijinalliğini saklamaktadır. Dünya toplumlarına da model teşkil edecek karakteristiği bulunmaktadır. İhtilâller ve Darbeler Tarihi başlıklı kitapta, Türk Devrimi’nin karakteristiği üzerine şu değerlendirme yapılır:

“[Ortadoğu devlet geleneğinden ayrılmış olan] Modern Türkiye, modern diktatörlerin en zeki ve cesuru, Yirminci Yüzyıl ihtilâlcileri arasında ne istediğini en iyi bilen bir ihtilâlci tarafından böylece kurulmuş oldu.(…) Atatürk, bir imparatorluğun altı yüzyıllık kalıntılarından, zorlukla koparılıp alınmış ve yeniden hayat verilmiş, yenileştirilmiş, gençleştirilmiş bir milletin, Batı [uygarlığı] yönünde hızla yol almasını sağlayarak tarihin çok az şahit olduğu mucizelerden birini yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu, Osmanlı’nın mirasından yeni bir organizmanın vücut bulması hâlini, Hint Efsanesine göre Tanrı’nın yeryüzüne inmiş hâli Avatar’a benzetmektedir bir bakıma. Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasını, ordu milletin emrinde, millet de ordunun himayesinde algısıyla başarmıştır.

Ne 1960 romantikleri ne de 1971, 1980 ve-bulunduğunuz yere göre bir değerlendirme yapmakta elbette serbestsiniz; ama, üzgünüm- 28 Şubatçılar da Mustafa Kemal’in, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık reel politiğinin ilkeleriyle hareket etme becerisini gösterebilmiş değillerdi. Özal’a öykünerek Saddam’a kurulan emperyalist tuzağın bir benzerini Sayın Erdoğan’ın önderliğinde AKAPE’liler, Esat’a ve tabii ki Suriye’ye karşı yürüttüler. Tıpkı Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesinde olduğu gibi, apar topar olayı sahiplenerek ABD’nin başını çektiği Batı blokundan yardım istendi. Aslında bunun teorik temelleri de vardı. Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik başlıklı kitabındaki analizi, Soğuk Savaş sonrası süreçte imparatorluktan devralınan jeopolitik ezber algısına dayanmaktaydı.

Kısaca, NATO’nun doldurmaya çalıştığı jeopolitik boşluk alanlarının aynı zamanda tarihi Osmanlı-Rus çatışma coğrafyası olması nedeniyle, NATO-Rusya ilişkilerinde doğabilecek bunalımların, Türk-Rus ilişkilerine yansıma riskinin günümüzde de yüksek olduğu üzerine öngörü geliştirilir. Söz konusu yaklaşıma göre, bu risk önemli bir imkân da sağlamaktadır: Davutoğlu’na göre, “Türkiye NATO üyeliğinden kaynaklanan ve Rusya’nın boşalttığı jeopolitik boşluk alanlarına yönelme imkânı tanıyan konjonktürü dengeli ve rasyonel bir tarzda değerlendirmek zorundadır.” Bu tahlil Soğuk Savaş süreci muhafazakârlığıdır. Sâhadaki gerçeklerden uzaktır ve ABD’li ideologlardan Brezinski’nin tezini sahiplenmekten öte bir özgünlüğü bulunmamaktadır. Şöyle ki; Bugün Avrasya’da, hâlâ, Rusya’ya rağmen Türk Dünyası coğrafyasında özgün politika geliştirmek oldukça zordur. Türkiye, hangi nedenlerle Amerika’ya bağımlı ve bağlantılı ise benzer nedenlerle, Türkmenistan ve Özbekistan’ın daha özerk bir görüntü sergilemelerine rağmen, bu devletler Rusya’ya bağımlıdır.
Türkiye’de hükûmet darbesi olabilir mi?
Yansıtmaya çalıştığım örneklerin ışığında değerlendirecek okursak, hükûmet darbesi, görünüşte genelde şu iki nedenle gerçekleşebilir:
1- Ekonomik kaos ya da kriz. TÜSİAD, Batılı bir politika izlemek adına, darbelerde önemli bir görev üslenmektedir.
2- Ülke asayişinin bozulması.
Bu nedenler askeri darbeler için genelde sebep değil sonuçtur. Bunun arkasındaki neden ana belirleyicidir. Genelde darbelerin iki cephesi bulunur. İç ve dış cephede gelişen olayların yansımaları.
12 Eylül 1980 sürecine girerken -1977’den itibaren- Türkiye’nin ekonomik ve sosyal açıdan istikrarsızlaştırılma süreci başlamış/başlatılmıştır. Böyle bir süreçte;

– Yunanistan’la Ege sorunu, Yunanistan’ın Ege’deki kimi adaları silahlandırmak istemesi ile,
– Kıbrıs sorunu, belirleyici özellikler taşır.1970’li yıllarda ABD siyasal partilere ve TBMM’ne bu alanlarda nüfuz etmekte zorlanmıştır.
Türkiye’nin Batı ile yaşadığı açmazlar karşısında Türkiye’yi yöneten siyasal irade, örneğin, Bülent Ecevit hükûmeti, yeni dış politika konsepti arayışlarını dillendirmeye başladı. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nı izleyen süreçte ABD, Türkiye’ye karşı silâh ambargosu uyguladı. Türkiye de Amerikan üslerini buna karşılık olarak kapattı. 1976 yılından itibaren ABD’li silâh şirketlerinin ısrarı sonucu, ABD’nin silâh ambargosu 1978’in ortalarında kaldırıldı.
Genelde, bir ülkede, örneğin Türkiye’de, askerî darbe olması için dış dayatmacı gücün zorlaması sonucu asayiş ve ekonomik krizin yanı sıra irtica ve bölücülüğün devlet düzenini kilitlemesi gerekmektedir. Amacına ulaşmak adına, dış güç ve/veya güçler kendi istediklerini alırken, müttefiki olan güce bulunduğu coğrafyada bir özerk eylem alanı bırakır. Taraflar böylece anlaşmış olur. 12 Eylül 1980 arifesinde -1977’den itibaren-ekonominin bozulması yanı sıra kimi şehirlerde mezhep savaşları çıkarmak gibi toplumca istenmeyen gelişmeler yaşanmamış değildi.

1978 Kahramanmaraş olayları başlıca örneklerdendi. 12 Eylül arifesinde, beşinci kol faaliyeti sonucu, iller ve ilçeler ve hâttâ kırsal bölgeler Alevi/Sünni çatışmasına hazır hâle getirilmek istenmiştir. 19-26 Aralık 1978 tarihlerinde meydana gelen Kahramanmaraş olayları bir faciaydı ve bugün dahi bu olayın bilinmeyen ciddi boyutları vardı. Yaşanan katliâmda 150 vatandaşımız öldürüldü, 204 ev ve 102 işyeri yıkıldı, yağmalandı. Olayların faillerinden 68 kişiye hiçbir biçimde ulaşılamadı. O günlerde Kahramanmaraş’ta valilikte üst yönetimde görevli, Nakşibendî Tarikatı’nın İskenderpaşa Dergâhı’na mensup bir bürokrat, daha sonra Türkiye’nin emniyet örgütünde önemli yerlere gelecekti.

Türkiye’nin 1970’li ve 1990’lı yılları bir bakıma istihbaratçı savaşlarının tarihi de oldu. Asker ve sivil kökenli çok sayıda aydın yaşamını kaybetti. Ölenlerin ardından devlet töreni düzenlenmişse katledilen kişinin/kişilerin ölümünün dış kaynaklı olduğu anlaşılmalıdır. Ergenekon ve Balyoz operasyonları da, tüm kurumlara, orduya, üniversitelere, mahkemelere, emniyet birimlerine ve siyasi kişiliklere karşı yapılmış dış kaynaklı ciddi operasyonlardır. T.C.’nin tek maddelik anayasası olan ulusal egemenlik ve tam bağımsızlık ilkesine –ne tür anayasal değişiklikler olursa olsun bu ilkeye bağlı kalındığı sürece sorun olmaz-bağlı kalan vatansever aydınlar birer birer itibarsızlaştırılarak devlet ve kamu görevlerinden tasfiye edilmişlerdir, Müslüman Kardeşlerce ve Müslümanca!? Oysa bütün Türk tarihi boyunca 14 ve 15. yüzyıl dönemecinde etkin bir siyasal kişilik olan Kadı Burhanettin Ahmet dışında molla geleneğinden gelen bir devlet adamına rastlanılmaz.

Türkiye’de askeri darbelerinin sonuncusu olan 28 Şubat sürecini Cengiz Çandar’ın 16 Nisan 2012’de Taraf gazetesi’nde Neşe Düzel’e verdiği mülâkata göre, değerlendirmek yararlı olacaktır.
Cengiz Çandar mülâkatın bir yerinde; Beni, İsrail lobisinin beyni Bernard Lewis’le, post-modern darbe kavramını ilk kullanan kişi olarak tanıştırdılar. Lewis, ‘Bu kavram nereden sana ait oluyor? Ben bunu hep Genelkurmay’da duydum’ biçiminde ifşa edici bir değerlendirmede bulunmuştur.(…) ABD post-modern darbeyi destekledi. Meğer 28 Şubat’tan iki hafta sonra, 12 Mart cumartesi günü Washington’da Dışişleri Bakanı Albright’ın çağrısıyla bakanlığın yedinci katında, Türkiye toplantısı yapılmış.(…)Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi orada. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o gün konuşulmuş. Toplantıdan çıkan sonuç, ‘doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükûmet gitmeli’ olmuş.(…) 28 Şubat, zamana yayılarak yapıldı. Adına onun için 28 Şubat süreci deniyor zaten. Bu sürecin her aşamasında medya kullanıldı. Darbe, toplumun beyni yıkanarak hazırlandı ve icra edildi.

Cengiz Çandar, “Bernard Lewis bir tarihçi. Onun ne işi var Genelkurmay’da?”sorusuna şu yanıtı verir: “Kendisi Neo-conların ve Amerika’daki İsrail lobisinin beyni. Bizim Genelkurmay’la hep sıkı ilişkileri oldu onun. (…)”

– 28 Şubat darbesinin yürütücüleri olarak başka kimler var?
– Bir şekilde ABD var. ABD, doğrudan askerî darbeyi desteklemedi ama 28 Şubat darbesini destekledi. Post-modern darbeyi destekledi.
-Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?

– Ben buna tanık oldum. 1999-2000 yıllarında Amerika’daydım. Türkiye’yle ilgili müşterek bir kitap yazımı projesine katıldım. Kitabın çeşitli bölümlerinin yazarları toplantı yapıyoruz. ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz kitabın editörü. İsrail lobisinin düşünce kuruluşu Washington Institute’ın Türkiye bölümünün başında olan Alan Makovsky de toplantıda. Makovsky sık sık Ankara’ya gider gelir, Genelkurmay’a girer çıkardı. Kahve molasında Makovsky, Abramowitz’e “Sen yedinci kattaki toplantıda niye yoktun” diye sordu. Ben “ne toplantısı” diye merak ettim. (…) Meğer 12 Mart 1997’nin cumartesi günü Washington’da dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın çağrısı üzerine Bakanlık binasının yedinci katında Türkiye ile ilgili bir toplantı yapılmış. Bu toplantı, 28 Şubat kararlarının alındığı MGK toplantısından hemen iki hafta sonra düzenlenmiş. Hatırlayın… RefahYol, haziranda iktidardan gitti. Bernard Lewis, Paul Wolfowitz, Richard Perle hepsi toplantıdaymış. Türkiye’ye ilişkin olarak ne yapılmalı, o toplantıda konuşulmuş. O toplantıdan çıkan genel eğilim, doğrudan askerî bir darbe olmadan bu hükûmet gitmeli, biçimindeymiş.

(…) Ben de sordum:
 “Amerika, tekerine çomak sokanı ekarte eder ama Erbakan size bir şey yapmadı. Amerika’nın büyük ulusal çıkarlarını tehdit etmedi. Aksine onun zamanında İsrail’le ilişkiler gelişti. En önemlisi Saddam kuvvetlerini Kuzey Irak’a soktuğu zaman, CIA ile irtibatlı olduğu iddia edilen beş bin Kürt’ün Türkiye üzerinden çıkartılıp Guam Adası’na gönderilmesinde size destek verdi” dedim. Abramowitz, ‘Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerde yazılı olmayan bir kod vardır. Erbakan bu kodu bozdu. Amerika, ne yapacağı kestirilemeyen, kontrol edilemeyen müttefikten hoşlanmaz’ dedi. Erbakan ilk dış gezisini, kendisine yapma dendiği halde İran’dan başlattı. İkinci gezisini Mısır, Libya ve Nijerya’ya yaptı.

– 28 Şubat sadece iç güçlerle yapılmış bir darbe değil mi? sorusuna;
– Hayır. Amerika’nın en İsrail yanlısı çekirdeği de dâhil bu darbeye. O dönemde iktidarda Clinton yönetimi var. O yüzden doğrudan askerî darbeyi istemediler. 28 Şubat’ın simge ismi olan Çevik Bir o dönemde çok muteber biriydi. Amerika’da iki tane aleni, kote edilmiş İsrail lobisi var. Çevik Bir’in bunlarla o kadar yoğun ilişkisi vardı ki, 2000 yılında ilk kez ihdas ettikleri “uluslararası devlet adamı” ödülünü Bir’e verdiler. Bir’in Demirel’den sonra cumhurbaşkanı olması gerektiği fikrini yaydılar. Çevik Bir’in İsrail askerî sanayileriyle de çok sıkı ilişkileri vardı. (…) 28 Şubat’ın diğer çıplak darbelerden farklı olarak çok daha girift dış bağlantıları var. İnce dengeleri var. İşin, Amerika’ya ve İsrail’e giden bir boyutu var. yanıtı verilmiştir.

Türkiye’deki askeri darbelerin gerisinde yatan gücü/güçleri görmek adına Amerikancı bir analistin ifşaatları, elbette çok önemlidir; ancak, aynı güçler millî görüş firarilerinden, sözde liberal eğilimli, gerçekte devlet adamlığı formasyonundan yoksun şark kurnazlığıyla efendileri nin gözlerine girmeyi bir biçimde başardılar. Bununla birlikte tüm Ortadoğu diktatörlerinin akıbetleriyle bir gün karşılaşabilecekleri ni, herhâlde asla kestiremediler.
Amerika’ya güvenerek, sosyal devleti iflas ettiren AKAPE, T. C. nin kimliğini de yerle bir etmeyi Anasır-ı Osmaniye çağına dönmeyi hedefliyor. Bu politika ABD başka olmak üzere tüm yamaklarının ve dahi yanaşmalarının işine gelmez değildir. Belediye başkanlıklarından ve örtülü aile yapılanmalarından beslenerek bir örgütlenme modeli yarattılar. Belediye başkanlıklarının kontrolünde yaratıp yapılandırdıkları, başta inşaat olmak üzere yarattıkları ranta dayalı soygun ve kalpazanlık sonucu palazlandılar. 2002’den bu yana yol yapımları bir türlü bitmedi. Ulusal egemenlik anlayışını ve onun hukuksal zeminini, anayasayla oynayarak yok ettiler. Paralel örgütle ortaklaşa Orduya, aydınlara, genelkurmaya, üniversitelere pusu kurmak suretiyle herkesi susturdular. Kurumları, devlet düzenini ve saygınlığını, bireysel ve toplumsal ahlâkı çökerterek yok ettiler.
Terörün seyri konusunda Yeniçağ gazetesi yazarlarından Ahmet Takan’ın, II. Ordu Neden Rahatsız? başlıklı yazısı Türkiye’nin çetin bir sürece girdiğinin ipuçlarını da vermektedir. Takan’ın değerlendirmesinde, “Terör örgütünün şehir yapılanmalarını takip etmekle 1’inci derecede sorumlu olan (!) gazetecilik mesleğinden biri olarak acı gerçeklerden birisine yeni ulaştım. Uzun süredir 2’nci Ordu’da kahramanlarımız arasında konuşulan bazı sıkıntılar kulağımıza geliyordu. ‘Moral bozuklukları’ ile ilgili yıllardır yakından tanıdığımız bölgedeki güvenilir kaynaklarla uzun uzun sohbet ettim. Biliyorsunuz; meskûn mahal operasyonlarında en fazla şehidi bombalı tuzaklamalarda veriyoruz. 2’nci Ordu’ya bağlı ve operasyon bölgelerine gönderilen Malatya’daki İstihkâm Alayı’nda büyük rahatsızlık yaşanıyor. Nedeni; başta Şırnak olmak üzere bazı merkezlerde yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkan tablo… Operasyonlar öncesi ve sırasında, mahalde kurulan/kurulacak bütün barikat, kazılan/kazılacak hendeklerin yerini tespit eden istihkâm birlikleri, ‘şehrin imar planının dışına çıkıldığını’ görünce adeta isyan ediyor. Yani anlayacağınız, devletin elindeki imar planı ile bölgede PKK’ya yardım ve yataklık eden belediyelerin uyguladığı plan çok farklı. Ne yazık ki; şehirlerdeki PKK üslenmelerini göremeyen, fark edemeyen vali ve kaymakamlar kendilerine verilen imar planlarındaki değişiklikleri de görememişler, anlayamamışlar. Herhalde fena halde aldatılmışlar!..
Gerçek nasıl ortaya çıkmış?
İstihkâmcılar, tek tek imar planlarında tespitler yaptı… Olması gereken yerlerde, rögarların olmaması, lağımların geçiş noktaları olması gereken yerlerde bunun yerine yön değiştirip normal plandaki yerlere bomba düzeneklerinin, patlayıcıların döşenmesi inceleme yapan askerlerin canını çok sıktı. Tek tek yerler tespit edilirken, imar planı değişikliklerinin ve kurulan bombalı tuzakların, kaçış yolları ve tünellerinin PKK’lı teröristler tarafından yapılmasının mümkün olmadığı sonucuna varıldı. “Hemen 2. Ordu komutanlığına rapor edildi. Durum, ayrıntılı şekilde planlar üzerinden anlatıldı. Bunu PKK’nın yapamayacağı, alınan önlemlerin ve kurulan düzenin resmen düzenli ordu taktiğine göre belirlenmiş olduğu sonucuna varıldı. Ardından bu durum net bir dille Ankara’ya rapor edildi. Anlayacağınız; şehitlerimizi, PKK’ya yön veren ve kendi topraklarımız içinde o tuzakları kuran biri veya birilerinin düzenli ordu mensupları yüzünden veriyoruz. Bu işin PKK’nın ‘Kobani tecrübesi’ ile de izah edilemeyeceğini söylüyor yetkili askeri kaynaklar. Peki, kim bunlar?
Terör gittikçe sâha genişletiyor; ayrıca, birilerinin tek derdi ümmet! Ne tarih, ne coğrafya ne de reel politik. Tam bir cahil cesareti.
Birileri sorumluluğu üstlenmeli ve gitmeli.
Şimdi temel soru şudur: Kim gidecek?
AKAPE bu yapısıyla ve bu kadrolarla ülke bütünlüğünü tehdit altında bırakmış, ülke, iç ve dış politikada saygınlığını kaybetmiştir. Asker hükûmet darbesi istemese dahi, konjonktür, onu müdahaleye zorlayabilir. Öyleyse şimdi, Sayın Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’a düşen görev şudur: Hâl-i hâzırdaki hükûmet yerine ülkeyi, yasalar doğrultusunda ve adaleti gözetecek şekilde yeni bir hükûmetin kurulmasına zemin hazırlamaktır. Ani baskın seçim manevraları yerine AKP, CHP ve yenilenen MHP milletvekillerinden oluşacak yeni hükûmet, Türkiye’nin muhtemel sorunlarına çözüm getirebilir. Normalleşen Türkiye, ancak, bu şekilde rahat bir nefes alabilir ve seçim süreci başlatılabilir. Değilse, ülkeyi yöneten bu kadronun akıbetini iyi görmüyorum. Eski bir Türk atatsözü vardır: “El mi yaman bey mi yaman/illâ ki el yaman”; yâni halk mı akıllı ve güçlü yoksa bey mi? sorusuna “elbette halk akıllı ve güçlüdür” denilmek istenmiştir.
Dipnotlar:
1. Thomas Donnelly, Amerikan İmparatorluğu’nun Yeniden İnşası Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi, Fabrika Dergisi çeviri grubu, Nemesis Yayınları, İstanbul 2004, s. 12.
2. Donnelly, Amerikan İmparatorluğu’nun Yeniden İnşası…, s. 12.
3. Yavuz Alagon, Senaryolar ve Program, Aydınlık, 26 Mart 2016.
4. Alagon, “Senaryolar…”
5. İhtilaler ve Darbeler Tarihi (Kollektif eser), (Çev.; Sabiha Bozbağlı), Cem Yayınevi, İstanbul 1974, s. 538.
6. Bolşevik, çoğunluktan yana anlamına gelen Rusça kelime, 1903 yılında düzenlenen Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin İkinci Kongresi’nde Vladimir Lenin ve Julius Martov arasında yeni kurulmakta olan partinin üyelik tanımı üzerine başlayan görüş ayrılığı sonucu yaşanan ayrışmadaki taraflardan Lenin yanlısı grup. Kongrede Lenin yanlıları çoğunlukta olduğu için Rusça çoğunluk anlamına gelen Bolşevik olarak, azınlıktaki Martov yanlıları da Menşevik olarak adlandırılacaktır. Kongreden
sonra iki taraf arasında birleşme girişimleri olsa da birleşme gerçekleşmeyecek ve 1912 yılında kesin ayrım yaşanacaktır. Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı alacaklar ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır.
İhtilaler ve Darbeler …, s. 538 vd.
7. İhtilaler ve Darbeler …, s. 475-480.
8. Türkiye Cumhuriyeti’nin inşa sürecinde Türk Devrimi’ni dünya devrimleri açısından bilimsel açıdan ele alan özgün bir akademik çalışma için Bkz., Refik Sıtkı, İnkılâplar Muvacehesinde Türk İnkılâbı, Yeni Matbaa, İstanbul 1927.
9. İhtilaler ve Darbeler…, s. 538.
10. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul 2001, s. 240.
11. Jan Devletoğlu, İngiliz Arşivlerinde 12 Eylül’ün Ayak Sesleri,Doğan Kitap, İstanbul 2010, s. 98-99.
12. Ergün Poyraz, İplikçi, Kirli İlişkiler Yumağı, Tanyeri Kitap, Ankara 2013, s. 351. Bahse konu bürokratın Kahramanmaraş Vali Yardımcısı olduğu 1978 yılında meydana gelen katliâmda/kırımda, Ergün Poyraz’ın anlatımına göre, ölenlerden yedi Dev-Sol militanının sünnetsiz olduğu ve Garbis Altınyan/Altınoğlu’nun da bu tertipçilerin başı olduğu sıkıyönetim mahkemelerinde tespit edilmiştir. Poyraz, İplikçi…, s. 365.
13. Taraf , 16 Nisan 2012
14. Taraf, 16 Nisan 2012.
15. Taraf, 16 Nisan 2012.
16. Ahmet Takan, “II. Ordu Neden Rahatsız?”, Yeniçağ, 27 Nisan 2016.