Gelecek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gelecek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2017 Salı

Uluslararası Güvenlik Teori, Pratik ve Gelecek


Uluslararası Güvenlik Teori, Pratik ve Gelecek





Sait Yılmaz   
Kaynak Yayınları   

Basım Tarihi: Mart 2017
984 Sayfa
Stok Kodu: 9786051820507

Son 20 yıldır güvenlik olgusu devlet bürokrasisi, akademik çevreler ve özel sektörde tıpkı terör, barış ya da demokrasi gibi önemli bir kavramsal enflasyon yarattı. Kavramın içeriği kadar aktörleri de çeşitlendi. Güvenlik alanının sınırlarını çizmek, sorunları anlamak ve çözüm bulmak oldukça zorlaştı. Güvenlik alanında gri ve karanlık bölgelerin gittikçe açık bölgeyi anlaşılmaz hale getirmesi kafa karışıklığını artırdı. Güvenlik çalışanı olmak da cesaret isteyen bir akademik uzmanlık alanı haline geldi. Etnik ayrımcılığa karşı ülke bütünlüğü ve terörle mücadeleyi savunmaya başladığınızda “güvenlikçi” zihniyete sahip olmakla suçlanabilirsiniz. Güven ve güvensizlik arasında açık bir çizgi yoktur ve  hiçbir ülke ya da kişi en iyi durumda bile aslında güvende değildir. Eğer güvenli bir ortamda olmadığımızı hissediyorsak başka hiçbir şeyin ne olduğu önemli değildir.  Güvenlik olmadan demokrasi ve insan hakları da olmaz.
Akademisyen Sait Yılmaz bu kitabında bütün yönleriyle uluslararası güvenliği inceliyor. Güçlü bir teorik altyapıya sahip olan kitapta  uluslararası güvenlik konusunun hemen hemen bütün kavramları ve kurumları kavramsal olarak ele alınmış ve örnekleriyle açıklanmıştır. 

Eser, Güvenlik konusunda çalışmak isteyen araştırmacılar ve meraklıları için önemli bir kaynaktır.

***

ANA BAŞLIKLA İLGİLİ METİN DEVAMI KİTAPTADIR..,




Uluslararası İlişkilerde Teori ve Pratik..  


Sait YILMAZ 


Uluslararası ilişkilerde teori ve Pratik..

Hemen her gün televizyonlarda onlarca konuşmacı çeşitli uluslararası olayları değerlendiriyor, gazetelerde köşe yazarları analizler yapıyor.

Hepimiz, gelişen olayların arkasında gerçekte neler olup-bittiğini anlamaya, gelecekle ilgili öngörülerde bulunmaya çalışıyoruz. Bu aslında uluslararası ilişkiler biliminin ana konusu ve bugüne kadar geliştirilen teoriler, bizlere olaylara nasıl bakmamız gerektiği ile ilgili yardımcı olmaya çalışan kendi metot ve kavramlarını bize sunuyor. Bunlardan haberiniz olmadan yapacağınız yorumların her zaman arka planı eksik demektir. Çünkü gelişen hemen bütün önemli olayların gerisinde düşünsel bir arka plan bulunmaktadır. Bir teori; bir bilim dalında incelenen alanla ilgili hipotezleri ve varsayımları ile olgu ve olaylar arasındaki ilişkileri anlama, analiz etme ve geleceği ön görmemizde gerekli ve yararlı bir çerçeve sağlar.Bunu bir gözlüğe benzetebiliriz; hangi renk cam kullanıyorsak, olup bitenleri de o renkte görürüz.Uluslararası ilişkilerin kısa geçmişine bakıldığında, kuramsal azlık hatta teorik boşluk görülmektedir. Uluslararası ilişkilerde, toplum bilimlerinin diğer alanlarında olduğu gibi tek bir teori ile tüm dış politika ve uluslararası ilişkileri analiz etmek olanaklı değildir.Birinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası ilişkilerin sistematik bir akademik disiplin olması ile birlikte yüzyıllardır süren savaşlar ve şiddetin nasıl önlenebileceği çalışmaların merkezinde yer almıştır. Nitekim alan ile ilgili ilk teori diyebileceğimiz “İdealizm”, Milletler Cemiyeti ’nin kurulmasına yol açmış, daha barışçı bir uluslararası düzen için geniş destek toplamış, ancak İkinci Dünya Savaşı’na engel olunaması ile birlikte varsayımları çökmüştü. Ardından, Soğuk Savaş dönemi boyunca, Realizm temel düşünce ekolü haline geldi. Uluslararası ilişkiler alanında ilk ciddi çalışmaların başlaması daha çok ABD’nin bir dünya gücü olarak ortaya çıkmasıyla birlikte söz konusu olmuştur. Uluslararası ilişkiler, paradigmaları genellikle ABD’de ve ABD dış siyaseti paralelinde oluşan bir disiplin olarak bile tanımlanabilir. Nitekim Realizm, ABD hegemonyasının sürdürülmesi için teorik bir çerçeve ihtiyacına hizmet etmiştir. Bu makalede, sizlere uluslararası ilişkilerin teorik arka yapısı ve bunun pratikteki uygulamaları ile ilgili bilgiler veremeye çalışacağız. Bunu yaparken de, sizi sıkmamak için, mümkün olduğu kadar kestirme ve güncel konulara girmeye odaklanacağız. Son bölümde her zaman olduğu gibi Türkiye’deki durum ile ilgili söyleyeceklerimiz olacak.

Uluslararası ilişkilerde Teori; Güç, yapı ve Hegemonya!

Belirli kurallara göre hareket eden ve aralarında düzenli ilişkiler bulunan devletlerin oluşturduğu bugün anladığımız biçimdeki uluslararası sistemin doğuşu, 1648 yılındaki Westphalia anlaşması ile doğmuş sayılabilir (1). Westphalia Barışı ile birlikte devlet yöneticilerinin ülke sınırları içinde tek egemen oldukları ve devletleri dışında bir merciye bağlı olmadıkları belirlenmiş, ayrıca ulus devlet kavramının oluşması ile devletler bürokratik, diplomatik ve askeri kurumsallaşmaya yönelmiştir. Avrupa kökenli bu uluslararası sistem kolonileşme süreciyle tüm dünyaya yayılmış ve medeniyetin şartları olarak gösterilerek, -çoğu zaman zorla, benimsetilmiştir. Siyasal ideolojilerin izleri de modern devleti ortaya çıkaran süreç ile başlar. Modernleşme süreci sosyal, siyasal ve kültürel boyutlara sahipti. Sosyal açıdan modernleşme yeni sosyal sınıfların yer aldığı, piyasa yönelimli ve liberal bir iktidar anlayışı ile bağlantılıdır (2). Siyasal olarak modernleşme ise mutlak monarşilerin yerini, anayasal, zamanla da demokratik yönetimlerin almasını gerektirmiştir. Kültürel açıdan modernleşme ise Aydınlanma fikir ve görüşlerinin yayılması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu fikirler geleneksel dini ve siyasal fikirlere meydan okumuş ve genel olarak ilim, akıl ve ilerleme ilkeleri ile temellendirilmişti. Siyasal fikir ve ideolojileri farklı şekillerde kategorize etmek için pek çok çalışma bulunmaktadır. Bunlardan en köklüsü sol-sağ yelpazesidir. Bu gruplamayı esnekleştirmek için arasına ‘merkez’ kavramı yerleştirilmektedir. Tarihsel süreç içinde ideolojileri soldan sağa; komünizm, sosyalizm, liberalizm, muhafazakârlık, faşizm şeklinde sıralamak mümkündür. 21. yüzyılda bu ideolojilere post-modernizm başta olmak üzere çeşitli post-izmler ve küreselleşme meydan okumaktadır.

Uluslararası ilişkileri açıklamak için kullanılan teoriler; arkasında yatan düşüncelere uygun olarak çeşitli biçimlerde gruplandırılır. Örneğin çatışma yanlısı (realizm, küreselciler (globalistler), jeopolitik teoriler, oyun teorisi), işbirliği yanlısı (idealizm, liberalizm, çoğulculuk, ulusaşancılık ve karşılıklı bağımlılık, uluslararası entegrasyon teorileri, çoktaraflılık, uluslararası rejim teorileri) ve genel kapsamlı (Uluslararası Sistem Teorisi, Karar Verme Teorisi) olarak tasnif edilmektedir. Bunların dışında uluslararası ilişkilerde gelenekselcilik, davranışsalcılık ve 1980’lerden sonra Post-Pozitivizm tartışmaları yapıldı.  Birbiri ile rekabet halindeki bu teorilerin her biri dünya politiğinin değişik bir yönüne odaklanmaktadır. Realizm; devletler arasındaki güç ilişkilerine, liberalizm ise devlet ve devlet olmayan aktörler arasındaki daha geniş etkileşim süreçlerine vurgu yapmaktadır. Marksist teori dünya ekonomisinin paternlerine yönelirken, Çoğulculuk devlet içi ve dışı aktörlerin rollerine odaklanır. İnşacılık ise devletlerin uluslararası arenadaki davranışlarının kökenlerini kimlik, çıkarlar ve normlar üzerinden açıklamaya çalışır. Bütün teorilerin uluslararası ilişkileri açıklamakta üç temel direği; güç, yapı ve hegemonya olmuştur. Şimdi bu teorileri kısa başlıklar altında özetleyelim;

- Realizm, temel olarak uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar ürettikleri ve bu ilişkilerin de bir güç dengesi içerisinde gerçekleştiği varsayımına dayanmaktadır. Uluslararası ilişkilerde meydana gelen aksaklıklar ve anlaşmazlıkları gidermede en etkili yöntem güç kullanımı öncelikle de askeri güçtür. Realizm teorisi, uluslararası ilişkilerin ana gündemini ulusal güvenlik konularınınoluşturduğunu savunmaktadır.

- Neorealizm, uluslararası çatışmaları ve savaşları analiz ederken belirgin bir şekilde yapı ve sistem üzerinde odaklanmaktadır. Özellikle uluslararası ortamın anarşik olmasının devletlerde güvensizliğe yol açtığı belirtilmektedir. Neorealizme göre kendi çıkarını düşünen ve rasyonel davrandıkları varsayılan devletler nisbi kazanca göre hareket ettiklerinden, bir işbirliğine gidildiğinde kim daha fazla kazanacak sorusunu sorarlar. Zaten birbirlerine güvenmeyen ve yalnızca çıkarlarını düşünen bencil devletler uzun vadeli işbirliğine gidememektedirler.

- Liberallere göre ilişkiler savaşla değil işbirliği ile dengelenmelidir. Liberaller, uluslararası ilişkilerde aktör olarak yalnızca devleti görmemektedirler. Liberal düşünceye göre, demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi bireylerin zenginleşmesini teşvik etmektedir. Liberaller askeri gücü göz ardı etmemiş ancak ekonomik gücün ön plana çıkmasını sağlamışlardır. O dönemde gelişen iktisat bilimi de buna destek olmuştur. Liberalizm, yeni dünya düzeninde güç dengesini geniş özgürlükler yelpazesinde ve ekonomik yapılanmada bulmaktadır.

- Neoliberalizm, neorealist bir öneri olan uluslararası ilişkilerde anahtar oyuncuların devletler olduğunu kabul ederek realizmi güncelleştirmeyi amaçlar fakat uluslararası örgütlerin ve devlet dışı aktörlerin önemini de vurgular. Teori, neoliberal ekonomik teoriden etkilenmiştir. 1980’lerden beri neorealizm güvenlik politikaları üzerinde hâkimiyet kurarken, neoliberaller ise ekonomi-politiğe odaklandılar. Neoliberallere göre bütün devletlerin ortak çıkarları vardır ve işbirliği ile birlikte kazanabilirler. Neoliberal dış politika, ulusal çıkar değil ekonomi önceliklidir ve serbest ticareti, sınırların açılmasını ve batının demokratik değerleri ve kurumlarının yaygınlaştırılmasını öngörür.

- Marksist teorinin temelinde uluslararası ilişkilerin kapitalist ekonomik düzene sahip bir dünya içerisinde oluştuğu düşüncesi yatmaktadır. Bu ekonomik dünyanın en önemli aktörleri ise devletler değil sınıflardır ve bütün diğer aktörlerin davranışları ancak sınıf mücadelesi içerisinde açıklanabilir. Tarih sürecinde değişime uğrayan manda ve himaye, sömürge, emperyalizm, hegemonya gibi kavramlar hep başat güçlerin ya da grupların, alt sınıfları sömürdüğü bir dünya düzeni anlayışının sonucudur. Lenin, "Liberalizmin korkunç yüzü Kapitalizm olduğu sürece Emperyalizm meşrulaştırılmaya devam edilecektir" demekteydi. Bu süreçte sermaye ve hammadde sağlama anlayışıyla yeni sömürü bölgeleri edinilecekti. Marksistlere göre uluslararası ekonomik düzen; merkez, yarı çevre ve çevre alanlarına bölünmüştür.

- Eleştirel Okul; Realizmin uluslararası sistemi bir devletlerarası sistem olarak algılaması ve güvenlik konusunu merkeze alan çözümlere gitmesi ile bu çözümlemelerde ‘güç ve çıkar’ı en esaslı unsurlar olarak ön plana çıkarmasına tepkigöstermişlerdir. Bütün uluslararası ilişki teorilerinin belirli siyasi amaçları haklı çıkarmak veya desteklemek amacıyla oluşturduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca, eleştirel teorisyenler insanların daha serbest bırakılması gerektiğini ve devletlerin tek görevinin hizmet ve bireylerinin güvenliğini sağlamak olduğunu savunmuşlardır.

Güvenlik Kuramları!

Güvenlik kelimesi etimolojik olarak “endişeden uzak” anlamına gelen Latince’deki “sine cura” kelimesinden gelmektedir (3). Objektif anlamda güvenlik, tehditlerden uzak olma; sübjektif anlamda ise sahip olunan değerlere saldırı korkusunun olmaması ile ölçülür. Güvenlik ne demektir sorusunun tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli olacak tek bir cevabı yoktur. Kişilerin ve toplumların güvenlik anlayışı, onların siyasi bakış ve felsefi dünya görüşünden türer. Booth’a göre; “güvenlik kavramının türetilmiş bir kavram olması güvenlik tanımının net bir şekilde yapılamamasına neden olmaktadır (4).” Güvenliğin tanımı nasıl yapılırsa yapılsın, nihayetinde, var olan değerlerin korunması için yapılan çalışmalar sonucunda risk ve tehditlerin olmaması durumunu ifade etmektedir. Güvenliğin uluslararası boyut ka¬zanması, Birinci Dünya Savaşı ile başlamış, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında tamamlanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi uluslararası güvenlik ve güvensizlik alanında yeni paternlerin doğmasına yol açmıştır. 1990 sonrası dünyada yavaş yavaş değişmeye başlayan şartlar klasik güvenlik anlayışının tek ve değişmez aktörü olan devletin güvenliğinin yanı sıra insan güvenliği, toplum güvenliği ve küresel güvenlik tartışmaları çerçevesinde, devlet güvenliğinin ötesinde farklı analiz düzeylerinde güvenliğin ele alınmasına yol açmıştır. Güvenliği genişletenler devlet güvenliğini etkileyen konulara askeri olmayan konuları da ilave ettiler. Güvenliği derinleştiren çoğulcu ve sosyal inşacılar ise devlet dışındaki güvenlik konularınauluslararası güvenlik, insan güvenliği gibi alanları dahil ederek katmanlaşmasına yardım ettiler. Uluslararası ilişkilerde güvenlik kavramını; küresel güvenlik, uzay güvenliği, uluslararası güvenlik, coğrafi ya da fonksiyonel alt-sistemlerin güvenliği (bölgesel güvenlik), devlet güvenliği, toplum güvenliği, toplumsal alt-grupların güvenliği, bireylerin güvenliği gibi farklı düzlemlerde ele alabiliriz (Şekil 1).


Soğuk Savaş’ın başlangıcından bugüne çağdaş güvenlik çalışmalarını üç ayrı kategoride ele alabilir (5). İlk kategoride güvenliği dar anlamda devletler ve askeri doğası ile ele alan Soğuk Savaş’ın “Stratejik Çalışmalar” dönemi bulunmaktadır. İkinci aşama Soğuk Savaş’ın bitmesi ile birlikte “karmaşıklık (complexity)” kavramı ile birlikte güvenliğin genişletilmesi ve derinleştirilmesine odaklandı. Üçüncü dönem ise 11 Eylül saldırıları sonrası başladı ve küresel terörizm ya da uluslararası güvenlikte din faktörü gibi konuları seçti. Bugün güvenlik çalışmaları ile ilgili kuramsal tartışmalar iki ana mihverde yürümektedir. Birinci istikamette güvenlik, kültür, imaj ve kimlik konularının ele alındığı çok disiplinli ve dinamik araştırma programları bulunmaktadır. Diğer tarafta ise güvenlik çalışmaları hala uluslararası ilişkilerin bir alt dalıdır ve kuramsal tartışmalar kendi içinde tekrar ikiye ayrılmıştır; bir yanda realizm/liberalizm/inşacılık üçgeni ve diğer yanda eleştirel bağlantılar. Güvenlik çalışmaları artık sosyal bilimler, kültür, antropoloji, uygarlık ve sanat çalışmaları gibi çeşitli disiplinlerle iç içe geçiyor. Amerikan olmayan (Avrupalı) dört okul öne çıkıyor; Kopehnag Okulu, Galler (Welsh) Okulu, Paris Okulu ve İnsan Güvenliği Okulu. Kopehnag, Aberystwyth ve Paris okullarındaki çalışmalar İngiliz Okulu olarak adlandırılsa da üyelerinin çoğu İngiliz değildir. Welsh Okulu, güvenliğin merkezine; sözeylem kuramı (speech act), devletin rolü ve özgürleştirmeyi (emancipation) yerleştirmiştir. Güvenlik çalışmalarının merkezinde “birey” vardır. İnsan Güvenliği Okulu ise Welsh Okulu’ndan farklı olarak insan güvenliği için “insanileştirme(humanisation)”kavramını getirmiştir (6). Dört okulun konseptleri olarak eleştirel dörtlü; güvenlikleştirme, güvenliksizleştirme, özgürlükleştirme,insanileştirme kavramları ile özetlenebilir.


ABD’de kuramsal güvenlik çalışmaları geleneksel ve inşacı güvenlik çalışmaları olmak üzere iki başlık altında incelenebilir. Her ne kadar Michigan Üniversitesi gibi bazı üniversiteler kendi içlerinde engellese de inşacı çalışmalar, ABD’de geleneksel çalışmalar kadar önemli bir yere sahip olmaya başladı.Geleneksel güvenlik çalışmaları incelendiğinde, çoğu akademik makalede neorealist ve neoliberal kuramların etkisi gözlemlenmektedir (7). Bin yıldan fazla geçmişe sahip olan realist kuram, mantığındaki sadelik ve insan ruhunu ve yapısını değerlendirişindeki gerçekçilik sebebiyle sadece geçmişte değil günümüzde de hem akademisyenleri hem de politika yapıcıları etkileyen bir düşünce yapısı olmuştur. İdealist/liberal kuram ise, realizme göre daha yeni bir kuram olmakla beraber, realizmin aşırı sade ve düz mantığını eleştirmesi ve uluslararası ilişkilerin o kadar da basit bir mantıkla yürümediğini savunması sebebiyle yaygınlaşmıştır. Özellikle son yıllarda küresel ekonomik krizin de etkisiyle neorealist çalışmalar tek kutuplu sistemin çok kutupluluğa evrilip evrilmeyeceği ve yeni bir soğuk savaşın başlayıp başlamayacağı gibi konulara yoğunlaşmaktadır (8). Pek çok saygın ve popüler dergi yeni bir soğuk savaş ihtimali üzerine odaklanmıştır (9).

Uluslararası ilişkilerde teorik ve tarihsel gelişimi içinde farklı güç konseptleri bulunmaktadır. Güç politikaları analizi özellikle iki amaçla önemlidir (10); (1) Bizim ne yaptığımız ve diğerlerinin ne yaptığının değerlendirildiği pratik kapsamda, (2) Sorumluluğun göstergesi olarak ahlaki ve hukuki boyutta. Birincisinde güç, politika için mümkün olan yapma sanatı ve gerekçe sağlama aracıdır. Güce başvurmak, istenmeyen sonuçlardan kaçınmak için bir şeyler yapılabileceğinin gerekçesidir. Gücün sert ya da yumuşak yönü, ikame edilebilir olması, ölçülebilirliği, gücün arkasında gerçekte ne yattığı tartışmaları devam etmektedir. Realistlerin gücü A’nın B’ye normalde yapmayacağı bir işi yaptırma kabiliyeti görmesine karşılık, İnşacılar daha geniş sosyal ve kültürel kapsam içinde; gücün, kişisel değil sosyal bir olgu olmasından hareketle, yapıcı ilişkiler için kullanılabileceğini yani paylaşılabileceğini öngörmektedirler. Dünya tarihinin hemen her devrinde tüm uluslararası sistemi ve güç dengelerini kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve moral güce sahip olan aktör(ler) ve ilkeler ortaya çıkmıştır. Tarihsel olarak iki hegemon gücün (ABD ve İngiltere) temel olarak kullandığı düşünce “serbest ticaret” idi. Serbest ticaret ise hegemona diğer çevrelere ve pazarlara nüfuz etmek için gerekli yolu açacaktı. ABD, bugün de ‘serbest pazar (free market)’ anlayışı çerçevesinde hegemonya üretmeye devam etmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemi tanımlamak için iki kutuplu düzen tanımın yerini bugünkü ‘tek kutuplu’ düzen aldı.  Charles Krauthammer ise bugünkü sistemin ‘tek kutuplu (unipolar)’ bir hegemonya olduğunu iddia etti (11). Amerikan Stratejik Araştırmalar Enstitüsünün yaptığı başka bir güç dengesi tanımı ‘asimetrik güç dengesi’ni ortaya koydu (12). Buna göre ABD, tek süper güç olarak yeni düzende güç prizmasının en üstünde yerini alırken, onu “büyük güçler (major powers)” olarak adlandırılan Rusya Federasyonu, Çin, Japonya ve AB izlemekteydi.

Güvenlik-Güç İlişkilerinde Sürekli Değişim!

Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile askeri alanda özellikle nükleer bir çatışmanın yol açabileceği felaketler yanında ideolojik kapsamlı kurtuluş savaşlarının (proxy wars) yarattığı kötü imaj Batılıları daha pratik çözümler bulmaya itmişti. ABD’de 1983 yılında Ronald Reagan’ın başkanlığı döneminde kurulan ‘Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) (13)’, ‘demokrasi geliştirme (democracy promotion)’ görüntüsü altında ülkelerin içine çeşitli sivil toplum örgütleri ile sızma ve iç dinamiklerle oynayarak, ülkelerin rejimlerini değiştirme yönünde önemli bir dönüm noktası oldu. Ekonomik alandaki dönüşümler ise ‘serbest pazar (free market)’ gibi bir liberal söylem altında Batı sermayesinin seçilen ülkelere girmesi; sadece ülke kaynaklarının ele geçirilmesini değil, yardım karşılığı dayatılan özelleştirmeler yolu ile iç ekonomik yapının kontrol altına alınmasını sağladı. Ekonomik kurgu, her ne kadar 1970’lerden itibaren IMF-Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü içinde bir görev bölümü ile oluşturulmuş olsa da, ilk uygulamaları 1950’lerde başlamıştı. Öte yandan II. Dünya Savaşı sonrasında, komünizmle ideolojik mücadele kapsamında ‘Amerika’nın Sesi Radyosu (VOA)’ gibi stratejik iletişim araçları ve kitlesel medyanın üçüncü dünya ülkelerinde Batılılar tarafından propaganda amaçlı kullanımı siyasi ve ekonomik dönüşümün propaganda boyutunu oluşturdu. Böylece siyasi, ekonomik ve kültürel alandaki bu kurgular genelde ABD’nin önderlik ettiği Batının, özelde ise CIA’ya yüklenen işlerin daha açık bir şekilde icra edilmesi imkânını sağlamıştı. Bütün bu arayışlar Batılıların 1990’lı yıllarda “yumuşak güç”, daha sonra da “akıllı güç” dediği uygulamalara temel teşkil etti.

Soğuk Savaşın 1989 yılında sona ermesinin ardından dünya, ‘küreselleşme’ olgusunun ivme verdiği çok hızlı bir değişim dönemine girdi. Küreselleşmenin dünya için olumlu bir gelişme olduğunu düşünenlere göre; küreselleşme sınır ötesi serbest ticaretin artmasına, demokrasi ve insan haklarına yönelik çalışmalarda gelişmelere ve büyük oranda refahın yükselmesine neden olmaktadır. Buna muhalefet edenlere göre ise küreselleşme, çokuluslu şirketlerin yönlendirdiği ve denetlendiği bir dünya pazarıdır. Küreselleşme, ABD siyasi ve iş çevrelerinin seçkin kesiminin resmi olmayan ideolojisidir. Clinton, küreselleşmeden bahsederken tarihsel kaçınılmazlığına, sosyal olarak gerekliliğine, Amerika’nın siyasi liderliğinin buna ihtiyacı olduğuna vurgu yapmaktaydı. Tarihsel olarak doğru zamandaydı, ortak çıkarları paylaşan seçkinlerin anahtar gücüne hitap ediyordu, reddedilmesi gerekenin (komünizmin) bir eleştirisini sunuyordu ve daha iyi bir gelecek vaat ediyordu. Böylelikle küreselleşme Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olma konumundaki kavramsal bir boşluğu doldurdu ve küresel hegemonyanın doğal öğretisi oldu (14). Batılı ülkeler tarafından üretilen mal ve hizmetler ile bunlara ait bilgiler dünyada sınır tanımaksızın serbest olarak dolaşmak istemektedir. Küresel ekonomik bütünleşme süreci siyasi ve sosyal ayrışmayı hızlandırmaktadır. Yeni dünya düzeni ile birlikte küreselleşmenin şu aldatıcı işlevleri kullandığı öne sürülmektedir (15); (1) Toplumların anlaşılmasında elzem olan tarih bilincinin köreltilmesi (tarihin sonunun geldiği aldatmacası), (2) Ekonomik bilincin yok edilmesi (sermayenin mülkiyet biçiminin değiştiği aldatmacası), (3) Bireycilik ve sivil toplum örgütlerin öne çıkarılarak, yoksullaşmanın kaynağının anlaşılmasında ve sosyal direnişin örgütlenmesinde gerekli olan ulus bilincinin zayıflatılması.

Soğuk Savaş’ın bittiği 1990’lı yıllar ile birlikte güvenlik kavramının hem genişlemesi, hem de derinleşmesi güç ilişkilerine de etki etti. 1990’lı yıllar ile birlikte uluslararası ortamdaki bloklar arası çatışma ihtimalinin ortadan kalkmış olmasının yanında, başta internet ve mobil haberleşme teknolojisi ile ulaştırma alanındaki gelişmeler “küreselleşme” adı altında yumuşak güç uygulamalarına önemli imkânlar sağladı. Küreselleşme homojen kurguyu zayıflattığı için ilerici bir süreç olarak değerlendirildi. Küreselleşme sürecini tanımlamada mozaik, melezleşme, eklemlenme gibi kavramlar geliştirildi (16). 1990’lı yılların diğer önemli bir paradigması ‘post-modernizm’ oldu. Avrupa ülkelerinin bir araya geldiği ve ülkeler üstü yapılar (AB Konseyi, AB Komisyonu vb.)  ile yönetildikleri bu yeni yapının adı “Avrupa Birliği” idi. Böylece Batı güvenliğinde daha çok modernizm ve ulus-devlet anlayışına dayalı ABD güvenlik anlayışı, Avrupa ile bir ayırım noktasına geldi. Ortaya konan, liberal emperyalizm, binlerce insanı savaştırmak yerine düzeni sağlamak için sivil güç kullanmayı gerektirdi. Böylece, Avrupa Birliği, kendi kurallarını ve mekanizmalarını ABD’nin tersine görünmez bir el gibi kullanarak, İspanya, Yunanistan ile Polonya ve Çek Cumhuriyeti gibi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini de dönüştürdü. Türkiye için de benzer süreç devam etmektedir. Soğuk Savaş sonrası sert güç alanında da radikal değişimler oldu. Savaş artık hem asimetrik hem de barış, kriz ve savaş dönemlerinin iç içe geçtiği müşterek çatışmaların bir karışımı olarak görülmektedir. Yeni bilgi teknolojileri, uzaya dayalı kabiliyetler, hassas ve güdümlü mühimmat savaşta silahlı kuvvetlerin etkinliğini önemli ölçüde artırdı. Son yıllarda artan özel savaş yöntemleri içinde özel (askeri) şirketler, özel kuvvetler ve insansız hava araçlarının kullanımı öne çıktı. Sert güç alanında düzenli orduların tekeli sona ererken onların yerini almamakla beraber, pek çok işlevleri (eğitim, lojistik, istihbarat, örtülü operasyonlar, ülke inşası) sözleşmeci şirketler ve özel askeri şirketler tarafından devralınmaya başlandı.

11 Eylül 2001 saldırıları ile birlikte başta ABD olmak üzere, onun liderlik ettiği uluslararası güvenlik yeni düşmanını bulmuştu; küresel terör. Önleyici müdahale konsepti; küresel terör ile savaş için sert gücü öne çıkaran, saldırgan bir anlayışı benimsedi. Bu anlayış, ABD’nin dış politika ve güvenlik felsefesine, güç projeksiyonu ve istihbarat kültürüne de etki etti. Silahlı Kuvvetler ve istihbarat gittikçe özelleşmeye başlarken, yumuşak gücün ‘dönüştürme’ işlevi, ‘yeni muhafazakârlar’ın kurguladığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile hayata geçti. BOP, Fas’tan Afganistan’a Ortadoğu coğrafyasındaki ülkelerin siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel olarak dönüştürülmesi, bu kapsamda Batı ile düşman olmayan (Ilımlı İslam anlayışına uygun) yönetimlerin işbaşına getirilmesini hedefliyordu. Ancak, Kore ve Vietnam savaşlarını kazanamayan ABD, Irak ve Afganistan savaşlarını da kazanamadı. ABD, muharebeleri kazanıyor ama savaşı sona erdiremiyor, nihayetinde düşmanı ile anlaşıp çekilmek zorunda kalıyordu. Bunun nedeni önce silahlı ülke inşasında başarısızlık olarak görülse de, asıl eksikliğin “fikirler savaşı”nı kazanamamak olduğu sonucuna varıldı. Fikirler ve gönüller satın alınamıyor ancak kiralanabiliyordu. Fikirler savaşını kazanmak için yeni bir konsept bulundu; “akıllı güç (smart power)”. Bu amaçla, sert ve yumuşak güç unsurlarının üzerine daha önce propaganda amacı ile oluşturulan ve 2006’da “kamu diplomasisi (public diplomacy)” adı verilen yeni bir kurgu ilave edildi. Buradaki ‘kamu’ ibaresi ‘halk’ anlamında idi ve bu kurgu fikirler savaşı kazanmanın ötesindehalk hareketlerinin tetiklenmesi için de yeni bir yöntem sağladı. 2008 yılında Web 2.0 teknolojisi yani sosyal medya (facebook, twitter, msn vb.) halklarının nabzını tutmak ve harekete geçirmek için kurgulandı ve Arap hareketlerinde kullanıldı.

Jeopolitik ve Jeostrateji!

Jeopolitik kavramı, ilk defa 19. yüzyılda İsveçli siyaset bilimcisi Rudolf Kjellen (1864-1922) tarafından diplomasi ile askerliğin ilişkilerini açıklamak için kullanıldı (17). Jeopolitik teoriler, açıklandığı zamanki dünya siyasi ortamına göre ortaya konmuş olan ve politikaya yön vermek amacıyla önerilen coğrafyaya dayalı ilkelerdir. 21. yüzyılın başında bulunduğumuz bu dönemde altı stratejik düşünce okulundan bahsedilebilir (18). Bunlardan ilk üçü geleneksel olanlardır; kıtasal (‘kara gücü okulu’ olarak da adlandırılan, John Mackinder ve Carl Von Clausewitz’in doktrinine dayanan anlayış), denizcilik (‘deniz hakimiyeti okulu’ adı da verien Alfred Thayer Mahan’ın öğretisine dayanan) ve havacılık (İtalyan teorisyen Giulio Douhet tarafından kurulan ‘hava gücü okulu’). Diğer üç yeni okul ise; uzaysal (uzay stratejisi okulu), özel operasyonlar (gizli savaş okulu), birleşik (müşterek ötesi veya entegre askeri güç okulu) olarak ifade edilmektedir.

- Sir Halford John Mackinder’in(1861–1947) kara hakimiyet teorisine göre; (1) Doğu Avrupa’yı ele geçiren Heartland’a (kalpgah; anakara) hâkim olur, (2) Heartland’ı ele geçiren Dünya Adasına (Avrasya) hâkim olur, (3) Dünya Adasını ele geçiren Dünya’ya hâkim olur (19). Bu yüzden 1815’de Napolyon, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında Almanlar, Heartland’ı ele geçirmek istediler ve Moskova önlerinde yenildiler.

- Amerikalı bir amiral olan Amiral Alfred Thayer Mahan’a (1841-1914) göre; denizlere hâkim olmak dünyaya hâkim olmaktı ve denizlere hükmetmek için en güçlü gemilerden muharip donanmalar oluşturulmalıydı (20).Mahan’ın stratejisi daha sonra yüksek kabiliyetli, uzun menzilli donanma ile deniz hâkimiyetini öngören ‘deniz komutası’ ve alternatif olarak bazen ‘bölgesel kontrol (belirli zaman ve denizde kontrolü sağlamak)’ stratejilerinin doğmasına yol açtı. Bugün de bu teori kapsamında küresel deniz hakimiyeti ABD hegemonya stratejisinin temek unsurlarından birisidir.

- Amerikan jeopolitik ekolünün gelişmesi özellikle Yale Üniversitesi’nden Nicolas Spykman (1893-1943) ile başlar. Spykman, kenar kuşak (rimland) teorisini ortaya atarak, Mackinder’in heartland kavramına önemli bir alternatif getirmiştir (21). Spykman’a göre; iklim şartları, tarımsal üretim gücü, kömür, demir, hidroelektrik kaynaklarının dağılışı; kuzey, doğu, güney ve güneybatı kesimlerindeki coğrafî engeller Mackinder'ın tezinin önemini azaltmaktadır. Kenar Kuşak; Doğu Avrupa'nın sahil ülkelerini, Ortadoğu ülkelerini, Hindistan ve Çin'i kapsar. Bu ülkelerin önemli özelliği, kendilerini hem karada hem de denizde savunmak durumunda olmalarıdır. Kenar kuşak ülkelerini (Rimland) hâkimiyet altında tutan; Avrupa ve Asya'ya hükmeder. Avrupa ile Asya'ya hükmeden, dünyanın kaderine hâkim olur. (Şekil 2) Spykman'in teorisi, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yani Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği'ne karşı izlenen “çevreleme” siyasetin temelini oluşturmuştur (22).

ABD, Soğuk Sovyetler Birliği’ne yönelik güvenlik stratejisini iki şey üzerine oturtmuştu; (1) Coğrafyayı kullanmak; Sovyetler kuşatılabilir, ABD kuşatılamazdı. Bu savunma alanında çevreleme (containment) stratejisinin temeli oldu ve Sovyetlere karşı güç dengesi sağlama amacı taşıyordu. (2) Güç; Sovyetler karaya sıkışmış bir güçtü, ABD ise küresel bir deniz gücü. Bu da ABD’nin denizi gücüne dayalı deniz aşırı varlık bulundurma ve takviye (hızlı reaksiyon güçleri) stratejisinin temel varsayımı idi. Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasında sıcak savaş yaşanmadı. Ancak, örtülü olarak iki blok sıcak savaşlarda karşı karşıya geldi. Kenar kuşak ülkeleri önemli olduğundan, bu ülkelerde ayaklanmalar kışkırtıldı, darbeler ve darbe girişimleri yaşandı, istikrarı bozarak diğer bloğa olan desteğin kesilmesi amaçlandı. Sonuçta, Batı deniz ticareti ile ayakta kalırken, Sovyetler sosyalizmin verimsizliği ve coğrafyanın olumsuzluğu yüzünden parçalandı. ABD’nin Soğuk Savaşı idare etmek için liderlik ettiği NATO, IMF gibi kuruluşlar da ya Sovyetleri kuşatmak ya da Batının refahı için kurulmuştu. Amerikan stratejisi, II. Dünya Savaşı’ndan beri sabittir; önce bölgesel güçlerin birbiri ile rekabet ve güç dengelemesini beklemek, bu olmazsa mümkün olduğu kadar az riskle ve en küçük kuvvetle müdahale etmek (23). Bu yüzden sürekli bölge içi düşmanlıklar beslenir ve büyük gücün masrafları en aza indirilir. Stratejinin gereklerini anlamayanlar ya da yerine getirmeyenler cezalandırılır, en sonunda egemenliklerini kaybederler. ABD, Irak ve İran’ın birbirini yıpratacağı uzun bir savaş istedi ve İran’ı yenerse ödül olarak Irak’ın Kuveyt’i işgaline itiraz etmeyeceğine ikna etti (24). ABD aslında Saddam’ın savaşı kazanacağına ve ödül isteyeceğine ihtimal vermemişti. Bush, Saddam’ı uyarırken bile bunda bir baş sallama, göz kırpma vardı. Bugün IŞİD’a karşı oluşturulan strateji, arkasında gene kendisinin ve bölgesel ortaklarının olduğu terör örgütleri ile yeni bir stratejik güvenlik ortamına geçiş ve şekil verme çabasıdır (shaping the security environment).  İşin taktik boyutunda ise terörle mücadele veya yerel halkın baskıcı bir rejime karşı direnişi ya da sivil savaş yalanı kullanılmaktadır. İstihbarat operasyonları savaş dekorunun hazırlanması, medya ise kamuoyu algısının yönetilmesi içindir (25).

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Avrupa’da Almanya’nın statüsü üzerine yapıldı. Soğuk Savaş’ta ise hedef Sovyetleri caydırmaktı. Bugün ne Almanya tehdit ne de Doğu’dan gelen bir tehdit var. Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tampon ülkeleri kaybeden Rusların stratejik konumu 17. yüzyıldan beri en kötü duruma düşmüştü. Dış halkadan sonra, iç halkada Baltık ülkeleri de NATO üyesi oldu ve ittifak St. Petersburg’a 150 km. kadar yaklaştı. Ukrayna’nın da NATO üyesi olması ile güneyden de 400 km. kadar ittifak yaklaşmış olacaktı. Bu yüzden NATO’nun Ukrayna’ya kaptırılmaması Rusya için hayati bir konudur. ABD eski stratejisine devam ediyor ve tampon ülkelerin durumunu sadece izliyor. ABD çıkarları için alarm zilini çalmadığı sürece acil durum yoktur ve Polonya, Slovakya, Macaristan, Romanya, Ukrayna, Türkiye gibi tampon ülkeler hiçbir zaman acil durum kategorisine girmezler. Tampon ülkelerin silah ve müttefike ihtiyacı vardır ve ABD, hep bu hassasiyeti kullanagelmiştir. ABD, İngiltere’den miras aldığı strateji gereği her zaman müttefiklere ihtiyaç duydu ve onları bölgesel düşmanlarına karşı kullanmak için takviye etti. Bu müttefiklere ancak kendi kendilerini savunabilecek kadar yardım etti (26). Bu ülkeler hegemonya potansiyeli olan ülkelerin çevresinden seçildi. Tampon ülkeler için rasyonel strateji kendi gücüne dayanmak ve eğer yapabiliyorsa savunma yükünü diğerlerine yüklemektir. Medyaya yapılan açıklamaların aksine, ABD, Ruslar kadar Avrupalı güçlerin de zayıf olmasını ister.  Böylece hegemonik bir güç tehdidi doğmayacaktır. Avrupa’daki güç dengesi kontrolden çıkacak seviyeye gelmedikçe ABD hep durumu izleyecektir. Tırmanma sürecinde ABD, ittifakın önemine vurgu yapacak, resmi ziyaretlerde bulunacak, sembolik güç gösterisi yapacak, birbiri ile işbirliği yapmayacak ve aldığı silahları kullanacak kuvvet yapısı olmayan ülkelere silah satacaktır. NATO’nun diğer başat ülkeleri ile kendi gündemleri peşinde ittifakı başka mecralara sürüklemeye çalışacak ya da masrafa girmemek için ipe un sereceklerdir. Soğuk Savaş’ın ‘çevreleme’ stratejisinden sonra ABD şu anda ‘dolaylı angajman’ stratejisi geliştiriyor (27). Dünyadaki ticaretin %70’i Güney Asya sahillerinde yapılıyor ve böylece kenar kuşak teorisine dönüyoruz. Geleceğin büyük savaşı da burada saklıdır. Birbirine rakip iki güç arasında hızla büyüyen bir rekabet varsa savaş kaçınılmaz. Bu rekabet tarihte küresel olarak 15 defa yaşanmış ve 11’i büyük bir savaşla bitmiştir (28). ABD, Asya-Pasifik’te 70 yıldır korumaya çalıştığı Amerikan barışının (Pax-Americana), Çin’in tek taraflı girişimleri ile tehdit edildiğini düşünmektedir.

Teori ve Pratik!

Soğuk Savaş sona erdiğinde Körfez Savaşı için oluşturulan koalisyon döneminde vizyon arayışlarına ilk verilen cevap Başkan (Baba) George H.W. Bush tarafından telaffuz edilen yeni dünya düzeni (new world order) idi. Ancak, bu vizyon dönem için erken bir iyimserliği yansıttığı ve iyi tanımlanmamış olduğundan entelektüel çevrelerde tutmadı. Yeni dünya düzeni, geleneksel ABD ulusal güvenlik ve askeri güç kullanımı anlayışına uymayan; ulusal çıkarların çokuluslu koalisyonlar dâhilinde ve BM çerçevesi içinde elde edilmesini işaret eden bir eğilimdi. Clinton’ın vizyonu ise ilk defa Dışişleri Bakanı M.Albright tarafından ifade edilen iddialı çoktaraflılık (assertive multilateralism) stratejisi temelinde dünya olaylarına daha olumlu bir pencereden bakan “yapıcı angajman (constructive engagement)” olarak isimlendirildi. Clinton vizyonu, siyasi ilişkiler ve özellikle ekonomik bağlar ile dünyada barış ve güvenliğin sağlanmasında ana itici unsurun “küreselleşme” olacağını öngörüyordu. 1990’lı yıllar baba Bush döneminde Somali’de, Clinton döneminde ise Bosna, Kosova ve Haiti’de ABD askerinin rol aldığı barışı koruma operasyonlarına tanıklık etmişti. 11 Eylül saldırıları oğul Bush’un yeni büyük stratejisinin esaslarını yerine oturttu (29); uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan tek taraflılık (agressive unilateralism) ve ABD askeri üstünlüğünün korunması. Bush’un dış politikasının öncelikleri ve uygulama alanları 1990’lar süresince yeni muhafazakâr ekip tarafından şekillendirildi. Yeni muhafazakâr hareketin öncü isimi Krauthammer yeni dış politikanın belirlenmesinde odak rolü oynadı. ABD stratejisine hâkim olan paradigmanın yeni adı bizzat yeni muhafazakar hareketi yaratan Krauthammer tarafından demokratik realizm olarak isimlendirildi. Obama’nın doktrini ise “stratejik sınırlama (strategic restraint)” ile ‘kusurlu realizm’(liderlikten imtina eden) bir anlayış arasında bir yerdedir (30). Obama doktrininin esasları şu şekilde özetlenebilir (31); artan şekilde uluslararası örgütlere dayanmak (pragmatik uluslararasıcı), Amerikan değerleri ve dış politika başarıları için daha fazla tevazu duygusu, askeri güçten ziyade dış yardıma dayanmak idi. Ancak bugün arkasında terör örgütleri ile iç savaşların kurgulandığı ve bölgesel ortakların öne sürüldüğü ‘geriden liderlik’ anlayışı öne çıkarken, Rusya ve İran karşı geleneksel çevreleme stratejisinin yerine “stratejik sınırlama” hayata geçmektedir.

1990’ların akademik tartışmaları içinde üç önemli konsept birleşerek “ilerici emperyalizm” doktrinini yarattı. Bunlardan ilki demokratik barış teorisi idi. Buna göre sosyal bilim (toplum mühendisliği) yöntemleri kullanılarak demokratik hükümetlerin artması yolu ile dünyada (Amerikan tipi) barış sağlanabilirdi. İkinci konsept liberal uluslararasıcılar tarafından ortaya konan “demokratik geçiş teorisi” idi. Bu teoriye göre belli tarihsel dönemlerde büyük insanlar sosyal düzenleri değiştirecek büyük fikirler ortaya koyardı. 1990’larda Papa John II. Paul, Vaclav Havel, Nelson Mandela, Kim Dae Jung vb. pek çok demokrat ortaya çıkmıştı (32). Bunlar sayesinde Soğuk Savaş’ın sembolü olan demir perde ortadan kalkmıştı. Üçüncü konsept ise liberal uluslararasıcı hukukçular tarafından ortaya atılan “egemenlik kavramının yeniden tanımlanması” fikridir. Demokratik olmayan ülkeler kitle imha silahları edinen, insan hakları ihlalleri yapan kötü rejimlerdi ve bu istismarları ortadan kaldırmak için bu ülkelere saldırılabilir, fethedilebeilir, reforme edilebilirlerdi. Böylece “müdahale hakkı (R2P)” “müdahale görevi” veya “koruma sorumluluğu” gibi kavramlara dönüştü. Böylece, ilerici emperyalizm için “haklı savaş (just war)” konseptini ortaya çıkardı. Demokrasi geliştirmede lider Cumhuriyetçi Partisi olmasına rağmen Obama’nın Demokratları da her zaman birlikte hareket ettiler (33). Ancak gerçekte olan şu idi; insan hakları ve demokrasi konseptleri USAID ve NED tarafından milyarlarca dolar kullanılarak operasyonel hale getirilen, diğer halkları özgürleştirmekten ziyade Amerikan gücünün onlar üzerinde hileli yollardan uygulandığı birer düşünsel çerçeve idi. Demokrasi projesi Avrupa Birliği ya da Amerika’nın çelişkilerini çözecek ilericilikten uzaktı. Bugün liberal uluslararasıcı gemisi artık batmakta ve hiçbir örtü bu gerçeği saklayamamaktadır (34). Demokrasi geliştirme, kitle imha silahları gibi sadece meşruiyet yani orada bulunma gerekçelerinden biri idi (35). Bu örnekler USAID (36) ve NED’i daha da itibarsızlaştırdı.Amerika’nın doğu sahilindeki akademik-politikacı-medya kompleksi ve onların okulları doğru nesili yetiştirecek, küresel çıkarları öne çıkaracak gerçek bir vizyon ve istek oluşturamadılar.

ABD’nin uluslararası sorunların çözümündeki rolü 11 Eylül sonrasında “liderlik” rolünden ''dünya polisi'' rolüne doğru kaymıştır. ABD’yi ilgilendiren tehditlerin her ikisi de konvansiyonel silah sahası menzilinin üstünde ve altında kalmaktadır; bir yanda kitle imha silahları, diğer yanda terörizm.ABD’nin caydırıcılık politikası her iki tehdidi de önlemeye yöneliktir. 11 Eylül 2001 günü ABD’deki Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırılar “terörizmle mücadele” gerekçesi altında, Amerikan dış politikasını askerileştirdi. Bunun ilk somut adımı ABD’nin Afganistan’a müdahalesi ile oldu. Birkaç yıl sonra ABD bu sefer Irak’a savaş açtı. Amerika’nın uygulamadaki amacı Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel ve askeri yönleri ile bir dönüşümü hedefleyen ‘’Büyük Ortadoğu Projesi’’ planını devreye sokmaktı. ABD, Büyük Ortadoğu’da domino teorisine göre hareket etmektedir. Şimdi sıra Suriye’de olsa da diğerleri sırasını beklemektedir. Afganistan işgali ile İran’ı ve Çin’i tepeden gören bir kuleye kavuşan, Rusya’nın yakın çevre sınırını çizen ve Irak ile dominonun ilk taşını deviren ABD, akıllı güç ile tetiklediği Arap hareketleri sonrası, bugün Büyük Ortadoğu diye adlandırdığı coğrafyada terörle mücadele savı ile haritayı yeniden çizmeye çalışıyor.Ancak, Irak ve Afganistan da yaşanan başarısızlıklar yanında küresel güç dengesindeki rakiplerinin artan güç kapasiteleri ABD’nin askeri yeterliliğini de gittikçe sorgulanır hale getirmektedir. Afganistan’dan çekilen ABD’yi yeni dönemde zor günler bekliyor.

- Realistlere göre, Amerika gibi güçlü ve büyük bir ülke hiçbir zaman çıkarlarına ters düşmemeli ve bu yoldan şaşmamalıdır. Amerika’nın yaptığı bu savaşlarla varlığını sürdürmek ve bitmek üzere olan enerji kaynaklarını daha da genişletmekti. ABD, bu savaşlarda tamamen çıkar endeksli olarak, birçok ülke ile işbirliği içinde büyük işgal operasyonlarına girişti. Irak’ın elindeki kitle imha silahlarının Amerika ve müttefiklerinin güvenlikleri için bir tehdit olarak düşünülmesi, Ortadoğu’daki enerji ve petrol kaynaklarını kendi ulusal çıkarlarını gözeterek kontrol etme çabası, Ortadoğu’nun iki önemli can damarı olan Suriye ve İran üzerinde kontrol edilebilirlik sağlama gibi beklentileri de bu müdahalenin realist yönlerindendir. Realistler içinde de farklı yaklaşımlar söz konusu ola gelmiştir. Savunmacı realizm, saldırgan ve genişlemeci eylemlerin devletlerin güvenliklerinin sağlanmasına katkıda bulunacağı varsayımına karşı çıkmaktadır. Jacksoncu bir milliyetçi olan Bush’un, birer saldırgan realist olan Rumsfeld ve Cheney’nin ve bir savunmacı realist olan Condoleezza Rice’ın 11 Eylül saldırılarına ilişkin bu ideolojileri çerçevesindeki algılamaları ve bunun sonucunda yeni muhafazakârlar ile aralarında ortaya çıkan ortak noktalar söz konusu politikaların bu kişiler tarafından da desteklenmesini sağlamıştır.

- Amerikan liberalizmine göre, demokrasi tüm dünya ülkelerinin ortak sorunu ve ihtiyacı olmakla birlikte küresel düzende devletler arası ilişkilerde bir kriterdir. 11 Eylül terör saldırıları sadece Amerika’ya karşı yapılan bir saldırı değildir, bu saldırı tüm özgür demokratik ülkelere yapılmıştır. Bu noktada uluslararası kuruluşlara bu düzeni tehdit edici her türlü tehlikeye karşı müdahale etme hakkı düşmektedir. ABD’ye göre küresel güvenlik, istikrar ve huzur ortamı, özgürlük ve demokrasinin olabildiğince yayılmasına bağlıdır. John Ruggie’e göre; ABD’nin neo-liberal ideallerin arkasında sakladığı ulusal çıkarları ve güç gösterisinin arkasında “gömülü liberalizm (embedded liberalizm)” (37) kavramının şekil değiştirerek, özünde “liberalizm içine gömülü bir realizm” bulunmaktadır. İşgale uğrayan her iki bölgenin (Ortadoğu ve Orta Asya) sahip olduğu petrol kaynaklarının yönetimi arzusu kapitalizmle süslenen Amerikan neo-liberal politikasının bir ürünüdür. Bu yaklaşım petrol sermayesine sahip olma arzusunu öngören realist çıkarlarla birleştiğinde, liberal ve realist yaklaşımların bir sentezi ortaya çıkmaktadır.

- Marksist açıdan Afgan ve Irak savaşları, emperyalist bir savaştır, savaşların ardında ekonomik çıkarların yattığı tartışmasızdır. ABD’nin savaşları emperyalist güçlerin nüfuz alanlarının tekrar paylaşılması için kışkırtacakları yeni emperyalist savaşların hazırlık sürecidir. Yani dünya sistemine egemen olan kapitalizm, ekonomik kaygılar ile petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarına sahip olan Büyük Ortadoğu bölgesini yeni bir sömürü bölgesi haline getirmektedir. ABD’nin Ortadoğu’daki savaşları tekelci burjuvaziye hizmet eden bir savaştır. Bu yüzden gericidir. İşgal edilen ülkeler birer şirket olarak görülmüştür. ABD'nin "demokrasi" götürme misyonu ise tamamen kavramın anlamında gizli olan çelişkiden de bellidir. Savaşla, işgalle, demokrasi götürülmez. Açılan savaşlar, Amerika’nın aleyhine içeride de sonuçlar ortaya çıkarmıştır. ABD’de gelir dağılımın en üstünde yer alan çok ufak bir kesim, ülkenin refahının çoğunluğunu elinde tutuyor. Kapitalizme isyan büyüyor. ABD’nin başka eyaletlerinde de benzer eylemler ortaya çıkıyor.

- Çoğulcular açısından; uluslararası ilişkilerde henüz işbirliğinin sınırlı olması ve uluslararası kurumların yetersizliği içinde bulunduğumuz dönemin diğer bir olgusudur. Birleşmiş Milletler ile ilgili liberal romantizm Irak Savaşı ile birlikte bitti. Demokratik devletlerin birbirine saldırmayacağı tezi bir yana en çok saldıran devletler demokratik devletler oldu. Devletler, ittifaklara katılmalarına ve silahların denetimine yönelik anlaşmalar imzalamalarına rağmen, kendi ulusal güvenliklerini sağlamaları gerektiği konusunda dikkatli olmaya devam etmektedir.Konvansiyonel silahlanma yarışları dünyanın farklı bölgelerinde devam etmektedir.Nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar hala birçok devletin güvenlik hesaplamaları üzerinde önemli bir etkide bulunmaktadır.

- İdealistler Bush yönetiminin Irak’a müdahale sürecinde BM ve müttefik devletlerin görüşlerini dikkate almaması konusunda yoğun eleştiriler geliştirmişler. İdealistler, ABD’nin demokratik değerlerden uzaklaştığı ve uluslararası meşruiyeti göz ardı ettiği konusunda tepki göstermişlerdir.

- Feminislere göre; Irak ve Afganistan müdahalesinde en çok zarar gören kadınlar ve çocuklar olmuştur. Irak müdahalesinde kadınlar cinsel tacize, tecavüze maruz kalmıştır. Savaşlarda ülke elektriksiz, susuz ateş altında kalmaktadır ve durumdan yine en çok kadınlar ve çocuklar etkilenmektedir. Tüm bu sorunların çözümü için uluslararası ilişkilerde kadınlar etkin rol almalıdır.

Türkiye’ye gelince; rasyonel değiliz, özgün bir kuramımız yok..

Geleneksel olarak devlet-merkezli realist anlayış temelinde şekillenen Türk dış ve güvenlik politikaları, devletin bekasını, toprak bütünlüğünü ve ulusal güvenliği sağlama amacını gütmekteydi. 17. yüzyılın sonlarından itibaren Türk ulusal güvenlik kültürü güçlü bir saldırgan nitelikten savunmacı bir niteliğe bürünmüştür. 1791-1878 arasında Rusya’ya karşı (Boğazları korumak için) İngiltere; 1888-1918 arasında İngiltere ve Rusya’ya karşı (Balkanlar ve Ortadoğu’yu korumak için) Almanya; 1920-1936 arası Batı kampına karşı (Kurtuluş Savaşı için) Sovyetler; 1938-1945 arası İtalya’ya karşı İngiltere ve İkinci Dünya Savaşı’ndan beri ise Sovyet tehdidine karşı ABD ile güç dengesi politikası izledik. Ali L. Karaosmanoğlu’na göre; 19. yüzyıldan 1952 yılında NATO'ya üye olduğu tarihe kadar Türk güvenlik kültürü, toprak kaybetme ve dış politikada yalnız kalma korkuları temelinde şekillenmiştir (38). Şaban Kardaş’a göre;Soğuk Savaş döneminde Türkiye-ABD ilişkileri, neoklasik realizm kullanılarak yorumlanabilir. Kardaş, bu bağlamda, “hegemonik devlet ile ikincil devlet arasındaki çıkar uyuşması, ikincil devletin doğrudan veya dolaylı tehdit algılamaları ve peşine takılma stratejisi, ikincil ülkenin içindeki ve bölgesindeki maliyetleri” gibi realist kuramın kullandığı değişkenlere önem vermiştir (39).1990’lı yıllar ile birlikte Türkiye bir güvenlik rahatlamasına girmedi, savunma harcamaları yüksek seviyelerde olmaya devam etti. Bu dönemde Türkiye askeri güce dayalı savunmacı güvenlik anlayışını devam ettirmiştir. Yeni şartlara uygun bir güvenlik yapılanmamasına gidilememiş, ekonomik ve teknolojik değişimlere ayak uydurulamamış, çevresinde oluşan krizlere hazırlıksız yakalanmıştır. Dış politika ve güvenlik politikası denilince Türkiye’de hemen hemen hep aynı konular akla gelmiştir. 1990'larla birlikte liberal ekonomik politikalar ve dış politikada daha aktif birçok taraflılık stratejisinin izlenmeye başlamasıyla hızlı bir dönüşüm görüldü.Büyük bir dönüşüm sürecinden geçen Türkiye için, son yıllarda yükselen güç pompalaması yapılıyor. ABD’nin Ortadoğu, Güneydoğu Avrupa ve Kafkasya stratejileri için vazgeçilmez olan Türkiye’yi ABD ittifak sistemi içinde tutarak, Sovyetler ve İran’ın karşısına dikecek bir güç dengesi görevi biçilmektir. ABD, Ortadoğu’da savaşları harita değişikliklerine sürüklerken, Türkiye’ye yeni güç dengelerinde daha tehlikeli roller vermeye hazırlanıyor.

Türkiye’de Soğuk Savaş’ın bitimiyle neoliberal kuram çerçevesinde yapılan çalışmalar, 1990’ların sonu itibarıyla ivme kazanmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde demokratik reformların gerçekleştirilmesi ve demokrasi üzerinden tanımlanan siyasal kimlik, dış politika ve güvenlik değişkeni olarak ele alınmıştır (40). Bu çalışmalar, Türk dış politikasına egemen olan ulusal çıkar söyleminin jeopolitik konuma sabitlenmesini eleştirmekte ve karar vericiler tarafından belirlenen tek, sabit ve tartışılmaz milli menfaatlerin ve politikaların aslında yöneticiler tarafından üretildiğini söylem analizi yaparak göstermişlerdir (41). Soros uzantısı Radikal ve Taraf gibi gazetelerin ajite ettiği post-modern kimlik, öteki, AB’ye entegrasyon, darbeler ve özellikle Kürt Sorunu’ üzerine yazılmakta olan makaleler; Türkiye’nin kimliğinin dönüştürülmesi ve ayrıştırılması, darbe söylemleri üzerinden askerlerin sistemden dışlanması, Kürtçülüğün siyasi zemin bulması hedeflerine hizmet etmiştir. Öte yandan, yukarıda bahsi geçen geleneksel, eleştirel ve inşacı kuramlar, özgün ve ‘Anadolu’dan çıkmış’ kuramlar değil, Batı’da üretilmiş ve Türkiye’ye uygulanmaya çalışılan kuramlardır (42). Ödünç alınan küreselci ya da post-modern kuramlar genellikle ülkemizin özel şartları göz ardı edilerek yamanmaya çalışılmıştır. Güvenlik çalışmaları ekseninde Türkiye’de tartışılan başlıca eser Ahmet Davutoğlu’nun kaleme aldığı Stratejik Derinlik kitabı ve bu kitap bağlamında yazılan makalelerdir. Davutoğlu’nun ortaya attığı görüşler Türkiye’nin coğrafi ve tarihi özelliklerini vurgulamakta ve bu özellikler üzerine bina edilecek bir güvenlik politikası ile dış politikadan bahsetmektedir (43). Ancak, ‘stratejik derinlik’ kavramı; Rusya ve Çin gibi karasal güçlerin kendi derin derinliklerini korumak için ülke dışında tampon bölgeler yaratarak, kendilerini uzaktan savunma anlayışını temsil etmektedir. Bu yüzden Rusya; Baltıklar ve Doğu Avrupa’dan Orta Asya’ya bir kuşak oluşturmaya çalışırken, Çin ise Himalayaların eteklerindeki devletlerden tampon bölge uygulama stratejisine devam etmektedir. Özetle, Türkiye için uydurulan stratejik derinlik kavramının temeli yoktur. Türkiye için jeopolitik gerekçeler ancak etki (influence) ve ilgi (interest) sahası perspektiflerine dayandırılabilir.

1999'da yeniden AB aday ülke statüsüne kavuşması ve Kasım 2002 genel seçimleri sonucunda AKP'nin tek parti olarak iktidara geçmesiyle Türkiye'de dış ve güvenlik politikaları açısından yeni bir döneme girilmiştir. Bu tarihten itibaren realist temelli dış politika anlayışından; 2007 yılına kadar liberal ve idealist eğilimlerin öne çıktığı bir dış politika öne çıkmış; uluslararası normların, liberal politikaların, çok taraflılığın, bölgesel işbirliği ve bütünleşmenin, demokratikleşmenin ve yönetişimin şekillendirdiği politikalar dillendirilmiştir. Ancak, sıfır sorun, oynak merkezli dış politika ve AB’ye entegrasyon gibi söylemlerin hedefine ulaşmaması 2007 yılından itibaren bir geçiş dönemi başlatmış, 2011’deki Arap hareketleri ile birlikte yeni bir dönem başlamıştır. Bugün Türk dış politikasına yön verenlerin teorik yaklaşımların farkında olduğunu söylemek ya da uygulanan dış politikayı sadece bir ya da birkaç teoriye uydurmak ta mümkün değildir. Siyasal İslamcı AKP zihniyeti, bir yandan Müslüman Kardeşler stratejisi ile devleti içten içe geçirmeye çalışırken, diğer yandan İslam İmparatorluğu ütopyasını ABD’nin Büyük Ortadoğu stratejisi içinde gerçekleştirme stratejisi izlemektedir. Dolayısı ile realizmin ülke çıkarlarına odaklı ve rasyonel olma anlayışına ters düşerken, kendi halkına büyük hayalini Yeni Osmanlıcılık diye anlatmaya çalışmaktadır. Mevcut rejimin içeride güçler dengesini yok etmesi, hukuk sistemini siyasallaştırması, dış politikada ise irrasyonellik ve uluslararası hukuku göz ardı eden yaklaşımı meşruiyet sorunu doğurmuştur. BOP’ta Suriye ile birlikte kendi İslamcı projesi için hegemonu aldatma yoluna giren AKP, realizmden uzaklaştıkça devletin bekasını ve bütünlüğünü tehlikeye sokmuş, ülkeyi sürekli bir savaş ortamında bırakmıştır. Siyasi rejimde yaşanan meşruiyet sorunu, hukuksuzluk ve yolsuzluklar ülkede rejimin kilitlenmesine ve umutsuzluğa yol açmıştır.Türkiye’nin önceliği son on yılda AB üyelik süreci ve ABD’nin içimizdeki paralel yapı uygulamaları ve Ortadoğu projelerinin bir parçası olan federal Türkiye planı ile büyük ölçüde hasar gören ulus-devlet dokularını bir an önce onarması, bunun için de bir an önce rejimin ipotek altından kurtarılmasıdır. Gelecekte hiçbir zaman gerçekleşemeyecek, ütopik İslami hayaller yerine; Atatürk’ün kurduğu esaslar dahilinde, tam bağımsız ve egemen bir Türkiye’yi tekrar rayına sokmalıyız. Ancak, bundan sonra Türkiye için gerçekçi özgün dış politika teorilerinden; güvenlik, savunma ve istihbarat stratejilerinden bahsedebilir, bunlara kafa yorabiliriz.

Sonuç :

Amerika’nın Irak ve Afganistan’a, bir bütün olarak Ortadoğu’ya arkasında neoliberal beklentilerin gömülü olduğu realist kapsamlı müdahaleler çıkar savaşına dönüşmüştür. Yeni bakış açıları sağlayan alternatif yaklaşımlar geliştirilmesine rağmen, realizmin hem uluslararası ilişkiler çalışmalarında hem de pratiğinde güçlü bir yaklaşım olmaya devam ettiği görülmektedir (44).2014 yılında Ukrayna’daki gelişmeler ile birlikte ABD ve Rusya Federasyonu’nun askeri olarak karşı karşıya gelme ihtimali belirdi. Ancak iki ülke için savaş zamanı değildir. Çünkü ABD için ortada savaşa değer çıkarlar yok ve iki ülkede böyle bir savaşa hazır değil. Ancak Ukrayna, büyük güçler arasında bir savaşın olanak dışı olmadığını gösterdi (45). Ukrayna, ABD’ye süratle gelişen durumlar için kuvvet takviyesi ihtiyacını hatırlattı. Tıpkı eskisi gibi yeni müttefikler bulunmalı ve bunlar kendini savunacak kadar takviye edilmelidir. Rusya’nın Ukrayna müdahalesi aynı zamanda “Soğuk Savaş Sonrası” dönemin sonunu, büyük güçler mücadelesinin başladığı yeni dönemin ilk yılını temsil ediyor. Ukrayna’daki gelişmeler, Çin’e karşı uzun dönemli hazırlık yapan ABD’nin tekrar Rusya’yı da hedef listesine koymasına, buna karşılık Rusya’nın da güvenlik konseptini NATO’yu açıkça hedef alacak şekilde tekrar değiştirmesine neden oldu. Avrupa’da bir konvansiyonel savaş ihtimalinin hala çok düşük olduğu konuşulsa da,küresel yönetişimden uzaklaşıyor, tekrar jeopolitiğe dönüyoruz.Ukrayna olaylarından beri düşünce merkezleri ABD ve Rusya arasındaki ikinci Soğuk Savaş hakkında çalışıyor. 11 Eylül ile dalga dalga tüm dünyaya yayılan terörün; halihazırda modern dünyayı neyin ne olduğunun belli olmadığı postmodern bir süreçte, komplo teorileri ile beslenen paranoyalara sürüklemektedir. Bu yeni sistemde parçalanmışlık, belirsizlik, her şeye kuşku ile bakma ve korku hâkim olmaya başlamıştır. Ulusal egemenlik ve ulusal güvenlik arasındaki geleneksel bağ zayıflamıştır.
Savaşın yaşadığımız dünyanın sürekli bir özelliği ya da aşılabilir veya azaltılabilir olup olmadığı, insanlığın yüzleştiği temel sorunlardan biri olmaya devam etmektedir. Çılgın ve hırslı siyasetçiler iş başında olmaya devam etmektedir. Her ne kadar devletlerarası ilişkilerde karşılıklı etkileşim ve bağımlılık gün geçtikçe artış gösterse de, dün olduğu gibi bugün de devletlerin, çıkarları söz konusu olduğunda savaşa başvurmakta tereddüt etmeyecekleri, gelecekte de güçlü devletlerin uluslararası ortamı kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmek isteyeceklerini söylemek uygun olacaktır. Thucydides’in M.Ö. 5. yüzyılda söylediği ve realist anlayışın temeli olan; “Güçlü olan istediğini, zayıf olan yapmak zorunda olduğunu yapar” sözü bugün de geçerlidir. Yeni yüzyılı geride bıraktığımız yüzyılla karşılaştırdığımızda savaşın anlamında derin bir değişim ve dönüşüm göze çarpmaktadır. Söz konusu bu değişim ve dönüşüm; savaşın bütün vahşet ve yok ediciliğinin ince ayarlı ve sözde bir estetikle perdelendiği "bilinmeyenlerin" topyekûn bileşiminden meydana gelen "terör" ile ifade edilmektedir. Silahlı kuvvetler (Clausewitz’in iddia ettiği gibi) siyasi sorunların çözümünde politikanın devamı olan bir sorun çözücü olma özelliğini gittikçe yitirmekte, rolleri başka güç unsurları tarafından paylaşılmaktadır. Ancak, askeri güç, ortaya çıkan alternatif güç unsurlarına rağmen hala belirleyicidir.11 Eylül saldırıları, Afganistan’daki savaş, Irak savaşı ve “teröre karşı savaş devletler arasında hem de devletlerin içindeki tartışmaların sonuçlanmasında askeri gücün devam eden önemini göstermektedir.

ABD'nin küresel askeri ve politik hegemonyasının 21. yüzyılda da sürmesi, yeni dünya düzeninin ABD tarafından yönetilmesi, ancak petrol ve doğal gaz bölgelerinde ABD egemenliğinin sürmesi ile mümkündür. Ortadoğu ve Hazar bölgeleri petrol yataklarının kimin kontrolünde olacağı, Avrupa ile ABD arasındaki 21. yüzyıldaki sürtüşmenin ana konusunu oluşturacaktır. En az bir nesil daha Rusya bugünkü gücünü devam ettirebilir ama sonra ülke demografik nedenlerle bölgesel bir imparatorluğa dönüşecektir. 2024’e kadar Putin başta kaldığı sürece Rusya’nın iç meselelerine çok fazla eğilmeyecek, komşularına dayılanmaya devam edecektir. ABD eski savunma bakanı Bob Gates’e göre; “Putin, Rusya’nın geleceğinin değil geçmişinin, kaybedilmiş bir imparatorluğun, kayıp zaferlerin ve gücün adamıdır (46).” Avrupalı müttefiklerinin güvenlik ve savunma alanında ABD’ye yaslanma alışkanlığı devam ettiği için ne NATO ne de AB savunma yapısı verimli değildir. Euro krizini çözemeyen AB ise şimdilik kendi iç sorunlarına odaklandı ve uzun süre büyük stratejiler peşinde olacağı beklenmiyor. Çin, küresel işlerde ABD’nin arkasında ikincil rolü kabullenmiyor, şimdilik Asya’da ABD etkisini azaltmayı ve kendi barışını kurmayı hedefliyor; uzun vadede, barışçı yükselme stratejisi ile ABD ile büyük savaşa hazırlanıyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden yapılanma süreci devam etmektedir. Gidiş çok kutupluluğa doğrudur ve uluslararası ortam daha kaotik bir hal almaktadır. Kissinger’a göre, 21. yüzyılın temel zorluğu artan ideolojik aşırı akımlar, hızla teknolojinin geliştiği ve silahlı çatışmaların yaşandığı dünyada yeni bir uluslararası düzen kurmaktır. Ne sadece güç ne de saf idealizm uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde yeterlidir. Kissinger’a göre, Westfalia sistemi modern şartlara adapte edilmelidir (47). Yeni bir dünya düzeni kurgulanırken güç ve idealizm arasında da denge olmalıdır. Bu aslında realizme dönüştür. Yeni yüzyıl yeni etki merkezleri, yeni potansiyel rakipler, yeni tehdit şekilleri ve bazı devlet dışı aktörlerle şekillenirken İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma BM Güvenlik Konseyi yapısı ile bunlara çare bulmakta ısrar edilmektedir. Kimse evrensel ihtiyaçlar ve değerler için kendi çıkarlarından taviz vermek niyetinde değildir. Bu yüzden yeni dünyanın sorunları için yeni kurumlar, düzenlemeler ve vasıtalar oluşturmak zorundayız. Bu konuda çalışmak üzere genç arkadaşlarımla bir İstanbul Okulu oluşturduk.

Sait YILMAZ - 
02 Eylül 2015 


Kaynakça ve Dipnotlar :

(1) Oral Sander: İlkçağlardan 1918’e Siyasi Tarih, İmge Kitabevi, (Ankara, 2000), s.91.
(2) Paul R. Viotti and Mark V. Kauppi: International Relations Theory, Pearson, (New York, 2010), 
(3) Peter Hough: Understanding Global Security, Routledge, (2013), p.3.
(5)Stuart Croft: What Future For Security Studies in Edited by Paul D. Williams: The Security Studies: An Introduction, Routledge, (New York, 2008), p.345.
(6) Edward Newman: Human Security and Constructivism, Journal of International Studies Perspectives,  Vol.2, Issues: 3, (August 2001), p.239-251.
(7)Nil Şatana ve Burak Bilgehan Özpek: A.B.D ve Türkiye’de Geçmişten Günümüze Güvenlik Çalışmaları, Ortadoğu Etütleri, Ocak 2010, Cilt 2, Sayı 2, s.75-114.
(8)  Sait Yılmaz: 21. Yüzyılda Neler Olacak? 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, (07 Kasım 2013).
(9) Zbigniew Brzezinski,. “How to Avoid a New Cold War”, 07.06.2007, http://www.time.com/time/magazine/article/0,9171,1630544,00.html. Son giriş tarihi: 3 Kasım 2009.
(10) Stefano Guzzini: Power Analysis: Encyclopedia Entries, DIIS Working Paper, (2010). 
(11) Charles Krauthammer: The Unipolar Moment, in Rethinkig America’Security: Beyond Cold War to New World Order, Eds. Allison and Treverton, (New York, 1992), 295-306.
(12) Institution For Strategic Studies: Strategic Assesment, 1997, INSS Publications, Executive Summary, (Washington D.C., 1997), i-xi. 
(13) NED: National Endowment for Democracy.
14) Zbigniew Brzezinski: Tercih, Çev. C.Küçük, İnkılap Kitapevi, (İstanbul, 2004), p.178.
(15) Veysel Bozkurt: Küreselleşme Kavramı, Gelişimi ve Yaklaşımlar, Küreselleşmenin İnsani Yüzü, ALFA Basın Yayım, (İstanbul, 2000), s.28.
(16) Y. Furkan Şen: Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet, Yargı Yayınevi, (Ankara, 2004), s.197.
(17) Raymond Aron: Peace and War: A Theory of International Relations, Transaction Publishers (June 5, 2003), p.191.
(18) John M. Collins: Military Strategy: Principles, Practices and Historical Perspectives, Brassey’s Inc., (Washington, DC, 2002), p. 61-62.
(19) Halford John Mackinder: The Geographical Pivot of History, Democratic Ideals and Reality, National Defence University Press, (Washington DC, 1996).
(20) Christopher Leigh Connery: Ideologies of Land and Sea: Alfred Thayer Mahan, Carl Schmitt, and the Shaping of Global Myth Elements, Boundary 2 - Volume 28, No. 2, (Summer 2001), p.173-201.
(21)Nicholas J. Spykman: America's Strategy in World Politics: The United States and The Balance of Power, Harcourt, Brace and Company, (New York, 1942).
(22) Spykman: ibid, (1942).
(23)George Friedman: The Virtue of Subtlety: A U.S. Strategy Against the Islamic State, Geopolitics Weekly, (September 9, 2014). 
(24) George Friedman: Amerika’nın Gizli Savaşı, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2014, s.35.
(25)Julie Levesque: The History of ISIS Beheadings: Part of the “Training Manual” of US Sponsored Syria “Pro-Democracy” Terrorists, Global Research, (Sep 19, 2014).
(26) George Friedman: U.S. Defense Policy in the Wake of the Ukrainian Affair, Geopolitical Weekly, (April 8, 2014).
(27) George Friedman: From Estonia to Azerbaijan: American Strategy After Ukraine, Geopolitical Weekly, (March 25, 2014).
(28) Graham Allison: 2014: Good Year for a Great War?, The National Interest, (Jan 1, 2014).
(29) Tom Barry: Toward A New Grand Strategy For U.S. Policy, IRC Strategic Dialogue No.3, (13 December 2004), p.1.
(30) Frank J. Gaffney Jr.: Obama’s Destructive Foreign Policy, The Washington Times, (July 5, 2011).
(31)Kim R. Holmes, Henry R. Nau, Helle Dale: The Obama Doctrine: Hindering American Foreign Policy, (November 29, 2010).
(32)Tony Smith: America’s Mission: The United States and the Worldwide Struggle for Democracy in the Twentieth Century, Princeton University Press, (1994).
(33)Tony Smith: A Pact with the Devil: Washington’s Bid for World Supremacy and the Betrayal of the American Promise (Routledge, 2007).
(34)Tony Smith: Response to The Democracy Crusade Myth, National Interest, (July 30, 2007).
(35) Thomas Carothers: Report and Retort: Carothers Responds to Smith,Carnegie Endowment for International Peace, (August 6, 2007).
(36) USAID: U.S. Agency of International Development (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı)
(37)John Gerard Ruggie: International Regimes, Transactions, and Change: Embedded Liberalism in the Postwar Economic Order. International Organization, (1982), 36(2). 
(38)Ali L. Karaosmanoğlu: The Evolution of the National Security Culture and the Military in Turkey, Journal of International Affairs, (Cilt. 54, No. 1, 2000), ss.199-216.
(39) Şaban Kardaş: Türk-Amerikan İlişkilerine Teorik Bakış: Neo-klasik Realist Bir Çerceve, Demokrasi Platformu, Cilt: 4, No.13, 2008, ss.1-36.
(40) İhsan D. Dağı, Şaban H. Çalış, Ramazan Gözen, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi: Kimlik, Demokrasi, Güvenlik, Liberte Yayınevi, (Ankara, 2001).
(41) Pınar Bilgin: Turkey’s Changing Security Discourses: The Challenge of Globalisation, European Journal of Political Research, Cilt: 44, 2005, ss.175-201. İlhan Uzgel: Ulusal Çıkar ve Dış Politika, Ankara: İmge, 2004.
(42) Ersel Aydınlı, Julie Matthews: Türkiye’de Uluslararası İlişkiler Disiplininde Özgün Kuram Potansiyeli: Anadolu Ekolünü Oluşturmak Mümkün mü?, Uluslararası İlişkiler Dergisi, C.5, No.17, 2008, s.161-187.
(43) Ahmet Davutoğlu: Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre, İstanbul, 2003, s.17-34.
(44) John Baylis: Uluslararasıİlişkilerde Güvenlik Kavramı, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 18 (Yaz 2008), s. 69-85.
(45) George Friedman: U.S. Defense Policy in the Wake of the Ukrainian Affair, Geopolitical Weekly, (April 8, 2014).
(46) Robert M. Gates: Duty: Memoirs of a Secretary at War, Alfred A. Knopf, (New York, 2014), p.532.
(47) Jacob Heilbrunn: Kissinger's Counsel, The National Interest, (August 26, 2014).



***